Hiç bir kavim, ümmet veya halk yoktur ki; inandığı bir inancı, taşıdığı düşünceleri, işlerini düzenledikleri sistemleri olmasın. Kendileri, bu inançlara, düşüncelere ve hükümlere razı olmuşlar ve zaman içerisinde bütünleşmişler ve bunları savunmaya hazır hale gelmişlerdir. Çünkü artık bunlar onların hayatlarının bir parçası haline gelmiştir. Bu durum milletlere, kavimlere ve halklara göre değişmeyen, Allah’ın, yaratıkları hakkındaki sünnetidir. Bu nedenledir ki bizler tarihte Nebilerin ve Rasüllerin gönderildikleri kavimlerin sahip olduklarının aksine yepyeni inançlarla, düşüncelerle ve hükümlerle geldiklerini ve bu nedenle de reddedildiklerini, yüz çevrildiklerini, yalanlandıklarını, eziyetlerle karşılaştıklarını; kabullendikleri ve bütünleştikleri inançlarını, düşüncelerini ve hükümlerini savunmak için savunmaya geçtiklerini görmekteyiz. Allah’ın Kitabındaki birçok ayette, Nebilerin veya Rasüllerin bu uğurda eziyetin ve işkencenin her türlüsü ile yüz yüze geldikleri anlatılmaktadır.
"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi." *
"Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı." *
Peygamberlere tabi olup da onların ardından daveti yüklenenlerin durumu da böyledir. Onların da işkencelere ve eziyetlere maruz kalmaları kaçınılmazdır. Buna örnek olarak şu âyetleri vermemiz yeterlidir:
"... Ateşle dolu hendeğe atılanlar (yakılarak) öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı." *
Habbab b. el-Eret’ten gelen hadis ise şöyledir:
"Kabenin gölgesinde hırkasına bürünmüş bir halde yatmakta olan Allah Rasülü (sav)’e şikayette bulunduk ve dedik ki: Bizim için yardım istemez misin, bizim için Allah’a dua etmez misin? Dedi ki: Sizden önce birtakım kimseler açılan kuyulara konulurlar, testerelerle kafalarından ikiye bölünürlerdi de yine imanlarından vazgeçmezlerdi. Demir taraklarla kemiklerine ve sinirlerine varıncaya kadar taranırlardı da yine imanlarından dönmezlerdi. Allah’a yemin olsun ki bu iş elbette tamamlanacaktır. Öyle ki bineği olan bir kimse Sana’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka hiçbir kimseden -koyunu olan (çoban)’ın kurttan korkması dışında- korkmadan yolculuk yapabilecektir. Ancak siz acele ediyorsunuz." *
Rasulullah (sav) ve sahabeler, Kureyş’in ve diğer Arap kabilelerinden meşhur olanlarının işkencelerine uğramışlar. Buna İbni Kesir’in el-Bidaye ve’n Nihaye’sinde anlatılan şu olayı örnek olarak buraya almamız yeterlidir. Buhari dedi ki: Bize Ayyaş b. el-Velid anlattı…:
"Bana Urve b. ez-Zübeyr anlattı. Müşriklerin Rasulullah (sav)’a yaptıkları işkencelerin en şiddetlisinin hangisi olduğunu As oğluna sorduğumda bana şöyle dedi: Ukbe b. Ebu Muayt Ka’be’nin köşesinde namaz kılmakta olan Rasulullah (sav)’le karşılaşınca elbisesi ile boğazını şiddetli bir şekilde sıkmaya başladı. Bu durumu gören Ebu Bekir hemen yardıma koşarak Ukbe b. Ebu Muaytın omuzundan tutup Rasulullah (sav)’dan uzaklaştırdı ve şöyle dedi: Rabbinizden size apaçık beyyinelerle geldiği halde 'Rabbim Allah’tır' diyen bir adamı nasıl öldürürsünüz? dedi ve ilgili ayeti okudu." *
Yine el-Bidaye ve’n Nihaye’de yer alan bir başka olay ise şöyledir: "Aişe (r. anha) anlatıyor: Rasulullah (sav) ve arkadaşları oturmuşlardı -o zaman otuz sekiz kişi idiler- Ebu Bekir açığa çıkılması için Rasulullah (sav)’a yalvardı ve müslümanlar mescidin etrafına dağıldılar. Herkesin bir aşireti vardı. Ebu Bekir ayağa kalkarak insanlara karşı bir konuşma yaptı, Rasulullah (sav) oturuyordu. Ebu Bekir insanları Allah’a ve Rasülüne çağıran ve bu konuda bir konuşma yapan insanların ilkiydi. Bu konuşma üzerine müşrikler Ebu Bekir’e ve diğer müslümanlara saldırmaya başladılar, mescidin çevresinde bulunanları şiddetli bir şekilde dövdüler. Ebu Bekir’i de çok şiddetli bir şekilde dövdüler. Ukbe b. Rabia Ebu Bekir’e yaklaşarak ayağındaki altı çivili ayakkabılarıyla yüzüne vurmaya ve parçalamayı başladı. Yüzü gözü tanınmayacak hale gelinceye kadar. Ebu Bekir’in karnı üzerinde tepindi. Teym oğulları gelerek müşrikleri Ebu Bekir’den uzaklaştırdılar ve onu bir beze koyarak evine götürdüler. Teym oğulları öldüğünden şüphe etmiyorlardı."
Ancak Nebiler, Rasüller ve onların ardından gelen tabileri sadece daveti taşımak, şeriatları ve hükümlerini tebliğ etmekle kalmıyorlar; aynı zamanda Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye kadar karşılaştıkları güçlüklere sabrediyorlardı. Karşı karşıya kaldığı işkenceler, yalanlanmalar, alaya alınmalar nedeniyle yüklendiği emaneti taşımaktan vazgeçen, daveti taşıma görevini terk eden tek bir tane dahi Nebi, Rasül ya da Nebiye ve Rasüle tabi olan kimsenin var olduğu bilinmemektedir. Sünnetullah; halkların, milletlerin ve kavimlerin inançlarını, düşüncelerini, hükümlerini savunmalarını gerektirmektedir. Yine sünnetullah, Nebilerin, Rasüllerin ve onlara tabi olan davet taşıyıcılarının; Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye, onlara yardımını/zaferi indirinceye kadar her türlü zorluğa ve işkenceye sabretmelerini gerektirmektedir.
"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur." *
Gerçekten de bu ayet söylediğimiz sözlere açıkça delalet etmektedir.
İşkence karşısında sabırlı olmak, asırlar boyunca gelip geçen peygamberler veya onlara tabi olan davet taşıyıcıları arasında herhangi bir farkı olmayan bir sünnettir. Tek bir defa dahi, herhangi bir Nebinin veya Rasülün veya Rasüle ve Nebiye tabi olanların tamamının; karşılaştıkları işkenceler ve baskılar nedeniyle daveti taşıma işini terk ettiklerine ve kavimlerinin isteklerine tabi olduklarına rastlanmamıştır. Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı, sünnetullahın ortadan kaldırılması ve Allah’ın kelimelerinin (kanunlarının) değiştirilmesi söz konusu olurdu.
Bu nedenle daveti taşıyanın, daveti taşımaya başladığı ilk andan itibaren kavmi veya halkı ile çatışma içerisinde olacağını, işkencelere ve eziyetlere maruz kalacağını bilmesi gereklidir. Eğer fiilen işkencelerle ve eziyetlerle karşılaşmışsa, bunlara sabırla katlanmalıdır. Çünkü nefsini bunlara hazırlıyor demektir. Yoksa daveti taşımada sadık bir kimse ve davetin gerektirdikleri hususunda da alim sayılmaz. Başladığı işi tamamlayamadan tökezler ve sadakatinden eser kalmaz. Bu durum da, değişmesi söz konusu olmayan bir sünnetullahtır. Bu hususta Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz." *
"Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik." *
"Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." *
İnsanların, potasında erimiş oldukları inançlara, fikirlere ve hükümlere çatılması; bunların yepyeni inançlar, fikirler ve hükümlerle değiştirilmeye çalışılması; işkencelerle, eziyetlerle karşılaşmak anlamına gelip, bunlara karşı sabırla dayanması ve direnmesi, alemlerin Rabbinden zaferin ve kurtuluşun gelmesini beklemesi gerekir. Daveti taşıyanın önem vermesi gereken hususların özü budur. Kim daveti taşıyorsa, bu esasa göre taşımalıdır, her adımında kendini buna hazırlamalıdır. Her an yüz yüze gelebileceği bu eziyetlere ve işkencelere karşı, sürekli olarak güvende olmayı arzulaması, işkenceden veya eziyetten hep uzak olmayı ya da daha yolun başında iken zafere ulaşmayı beklemesi doğru değildir.
Daveti taşıma görevi, insanın yaptığı işlerin en onurlu olanı, derecelere ve makamlara ulaşmanın, iyiliklerin semerelerini toplamanın kaynağıdır. Bunu arzulayan kimsenin, kolay bir çalışma ve basit bir gayretle elde etmeyi, eman ve emniyet içerisinde olmayı istemesi doğru değildir. Daveti taşıma işini, avurtlarını şişirerek yapmacık konuşmalar yapmak, sonra da sopayı gördüğünde veya tehditler işittiğinde hemen gerisin geriye dönmek ve daveti taşımaktan vazgeçmek, vakit geçirecek, beceri gösterecek bir oyun ve eğlence zannetmek de tabi ki doğru değildir.
Daveti taşıma esnasında, belalar ve işkence kaçınılmaz bir olaydır. Böylesi bir durumda sabırlı olmak ve bütün bunlara tahammül etmek de daveti taşıyan için kaçınılmaz olan bir husustur. Daveti taşıyan, ne kadar ihlaslı olursa, ne kadar aktif ve canlı olursa; üzerindeki belalar ve işkenceler de o kadar şiddetlenir, sabırlı olmaya ve sıkıntılara dayanmaya olan ihtiyacı daha da artar. Rasuller ve Nebiler birinci olarak; muhlis, sadık ve aktif olarak daveti yüklenenler ikinci olarak ve sonra da diğer müslümanlar, ihlasları ve samimiyetleri oranında belaların, sıkıntıların, sabrın ve tahammülün zirvesinde yer alırlar. Sa’d b. Ebu Vakkas’tan:
"Dedim ki: Ey Allah’ın Rasülü, insanlardan başına en çok bela ve musibet gelen kimlerdir? Dedi ki: Peygamberler, sonra salihler, sonra da derece olarak bunlara yakın olanlar. Bir adam dinindeki derecesine göre belalara maruz kalır. Dininin emirlerini korumada ciddiyete ve dayanıklılığa sahip ise, daha şiddetli belalarla karşılaşır. Eğer dininde ciddiyet sahibi ve dayanıklı değilse, daha hafif belalarla karşılaşır. Ve bela, kulu yeryüzünde görünmeyi bırakıncaya kadar başından ayrılmaz." *
"Salihler, sıkıntılara ve zorluklara karşı dayanıklıdırlar. Bir dikenin batması veya daha fazlasıyla sıkıntı çeken bir mümin yoktur ki; çektiği sıkıntı nedeniyle hataları affedilmesin veya derecesi yükseltilmesin." *
Bu nedenledir ki her müslümanın, özelde ise davet taşıyıcısının kendisine bakması ve şiddetli bir bela ile karşılaştığı zaman Allah’a hamd etmesi gerekir. Eğer herhangi bir bela ile karşılaşmamışsa ve karşılaştığı belanın şiddeti hafif ise, dininde zayıf olduğunu bilmesi, dolayısıyla yapması gereken görevleri yerine getirme hususunda daha dikkatli davranarak, itaatlerini (nafileler ve diğerlerini) daha da artırarak ve seyrini değiştirerek kendisini kuvvetlendirmesi gereklidir. Birtakım geçersiz ve basit bahanelerle kendisini aldatmaya çalışmamalıdır. Zira böyle yapmasıyla, kıyamet günü mizanı ağır basmaz, bilakis hafifler ve sevabı azalır. Çünkü bahaneler ve teviller, hakka sımsıkı sarılmaya, hak üzere sebat göstermeye engel olduğundan, kişiyi asi ve günahkar yapar.
Belalar ve işkenceler, her ne kadar insan nefsine hoş gelmese de hayırla nimetlendirmesi ve onurlandırması nedeniyle Allah Subhanehu bunları, sevdiği salih kullarına indirir. Allah katındaki derecesi düşük olan kimse, belalara ve işkenceye karşı sabrederek derecesini yükseltmeye çalışmalıdır. Kimin de günahları çok ise, belalara ve eziyetlere karşı sabretmekle günahları düşürülür. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin hayrınızadır ve yine ihtimal ki hoşlandığınız şey de sizin kötülüğünüzedir." *
Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah, kuluna ameliyle ulaşması zor bir makam takdir eder de bu makama ulaşıncaya kadar, kulunu hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder ve belalara maruz bırakır." *
Yine Ebu Hüreyre’den. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Mü’min bir erkeğe ve kadına devamlı surette canı, malı ve çocukları ile ilgili belalar gelir ki (varsa günahları) affedilip bir suçu olmadan Allah’a kavuşsun." *
Belanın bizzat kendisi bir şerdir. Azap, işkence de böyledir. Her ikisi de davet taşıyıcısının karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu işlerdendir. Bu nedenledir ki alemlerin Rabbi, bunlara karşı daveti taşıyanın sabırla donanmasını emretmektedir. Kim Rabbinin emrine bağlanır, belalara karşı sabırlı, işkence ve eziyetlere karşı da dayanıklı olursa; şerri hayra, eziyeti nimete ve üstünlüğe döndürmüş olur. Sabır hayrın en büyük kapılarından birisidir. Öyleyse, müslümanın sabrı görmemezlikten gelmesi, dikkate almaması, uzaklaşması ve ardına atması caiz değildir. Aksi takdirde hayırdan çok şey kaybetmiş olur. Ebu Saîd’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Bir kimse, sabretmek isterse Allah ona sabır verir. Bir kimse iffetli olmak isterse Allah onu iffetli yapar. Kim, zenginlik isterse Allah onu zengin kılar. Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir."
Allah Subhanehu, kullarından sevdiği kimseleri sürekli olarak belalarla karşı karşıya getirdiği gibi, bunlara dayanıklı olabilmesi için kuluna sabır da verir. Bunların her ikisi birden -bela ve sabır- ihlaslı, salih ve mümin kimseler nezdinde birbirinden ayrılması mümkün olmayan işlerdendir. Aynı zamanda, dini ile ilgili hususlarda belalarla karşılaşmayan kimse, zayıflığından veya sabredemeyecek olmasından dolayı bunlardan uzak tutulmaktadır. Bunların her ikisi de bir diğerine, diğerinin varlığına işaret eder. Her ikisi de sabır ve metanet sahibi olan kimsenin Rabbi katında ne kadar üstün konumda olduğunu gösterir. Abdullah ibni Abbas’tan: Nebi (sav) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü şehit getirilir ve ona payı (mükafatı) verilir. Bol bol sadaka veren kimse de getirilir ve ona da mükafatı verilir. Sonra dini uğrunda sürekli olarak belalarla karşılaşan kimse getirilir, fakat onun için mizan kurulmadan, divan açılmadan üzerinden bol bol mükafat boşaltılır. Hatta mükafatlarını almış olanlar, onun yerinde olmak için, Allah’ın onlara verdiği sevaba karşılık olarak, vücutlarını ortaya koyarlar (borç verirler)." *
Aziz ve Kerim olan Allah'ın buyurduğu üzere:
"Şüphesiz ki, sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." *
İşte müslümanın, bu hususları dikkate alarak davet taşıması, ayaklarını sağlam olarak yere basması, attığı adımın hiçbirisinden gafil olmaması lazımdır. Çünkü daveti taşıyan; tuzaklarla, çukurlarla dolu bir tarlada yürümektedir. Sabır ve tahammül aracına sahip olmaksızın buraları katetmesi, aşması mümkün değildir. Zira sabır ve tahammül her türlü belaya galip gelir; her türlü işkenceye, eziyete dayanmayı, hoşlanılmayan her şeye karşı direnmeyi sağlar. Bu nedenledir ki Allah’ın Kitabında, yaklaşık olarak yüz kadar yerde sabırdan bahsedilmektedir. Eğer önemi ve üstünlüğü olmasaydı bahsedilir miydi?
Buraya kadar söylediklerimize ilave olarak, kime bir musibet isabet ederse ve dünyada da onu hayra çevirmek isterse; Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği şu hadiste anlatıldığı gibi yapsın: Ümmü Seleme der ki: Rasulullah (sav)’i şöyle söylerken işittim:
"Kendisine bir musibet gelen bir müslüman: Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz. Allah'ım bana bu musibetim için ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını ver derse; musibetinden dolayı Allah, ona ecrini ve mutlaka daha hayırlısını verir." *
Daveti taşıyan, davete düşman olanlar tarafından kendisine yöneltilen herhangi bir işkence ve zulüm ile karşılaştığı zaman; Rasulullah (sav)’in, davet için gittiğinde Taiflilerden gördüğü işkence karşısında Allah’a dua ettiği gibi dua ederek, kendisine Allah Rasülü (sav)’i örnek almalıdır. Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’den: Rasulullah (sav) şöyle dua etti:
"Ey Rabbim! Güçsüzlükten ve halk tarafından hor ve hakir görülmekten dolayı Sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların Rabbısın ve benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Beni, bana asık suratlı bakan yabancıya mı, yoksa her işimi eline verdiğin düşmana mı bırakıyorsun? Eğer Sen bana dargın değilsen başka hiçbir şey benim için önemli değildir. Ancak Senin afiyetin bana her şeyden üstündür. Senin gazabının üzerime inmesinden, karanlıkları yırtıp nura çeviren ve bütün dünya ve ahiret işleri kendisiyle salah bulan rıza ve merhametine sığınıyorum. Zira rıza ve hoşnutluk ancak Senindir. Beni affet, yegane kudret kaynağı ancak Sensin." *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder