25 Ağustos 2007 Cumartesi

Müşrikler Necistir

(TEVBE suresi 28. ayet) Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. ....
________________________
Peki Hıristiyanlar ve Yahudiler mescitlerimizi neden Çiğniyorlar?.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Şirkten Sakınmak

Bu, tevhidin gerçekleşmesi için gerekli üçüncü unsurdur. Bu, şirkin bütün çeşitlerini, büyüğünü küçüğünü, açığını gizlisini bilmeyi gerektirir. Şirkin bütün kirlerinden temizlenmek ve ona giden bütün yollardan kaçınmaktır.
Dediğimiz gibi eşya zıttıyla bilinir. Tevhidin de gerçek şekliyle bilinebilmesi için, şirkin tanınması gerekmektedir.
Şimdi de şirkin ne olduğuna bakalım.
Şirk
Şirk, insanın Allah'a ait olan hususlarda, O'na ortak koşmasıdır. Bu, bir tanrı edinerek ona ibadet etmesi, itaat etmesi, ondan yardım dilemesi, sevmesiyle olur. Bu kendisiyle birlikte, salih amelin kabul edilmediği büyük şirktir. Bundan da öte, şirkin olduğu yerde salih amel olmaz. Çünkü amelin kabul ve salih olması için ihlasla Allah için yapılmış olmalıdır.
Allah şöyle buyurur: "Rabbine kavuşmayı uman kimse, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç ortak koşmasın." (Kehf,110) Bu affedilmeyen bir günah halidir: "Allah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını (günah) dilediğine bağışlar. " (Nisa, 48) Müşriklere cennet haramdır. Onun yeri cehennemdir: "Kim Allah'a ortak koşarsa, kesinlikle Allah ona cenneti haram eder, onun yeri cehennemdir. Zalimlerin yardımcıları yoktur."


Şirkin Çeşitleri


Şirk iki çeşittir: büyük şirk, küçük şirk.
Büyük şirk, Allah'ın affetmediği, sahibinin kesinlikle cennete giremeyeceği şirktir. Küçük şirk ise, eğer Allah'ın rahmeti olmaz ve insan ölümünden önce tevbe etmezse, kendisine yaklaşanın ve üzerinde ısrar edenin kafir olarak ölmesinden korkulan büyük günahlardır.


Büyük Şirk

Büyük şirkte iki çeşittir: açık ve görünür; kapalı ve örtülü.


Açık büyük şirk,

Allah'la birlikte bir ilaha -ki bu güneş ve ay gibi bir gök cismi, put ve taş gibi cansız bir varlık, buzağı ve inek gibi bir hayvan, kendilerinin tanrı olduğunu iddia eden veya onlar için bu tür iddiada bulunulan ve bazı insanların da tasdik ettiği -Firavun gibi- ibadet etmektir. Mesih, Meryem oğlu İsa'ya, bizce bilinmeyen cin, şeytan ve melek gibi mahlukata ibadet edenler de bu cümledendir. Çeşitli milletlerde onlara tapan kullar buluna gelmiştir.


Gizli büyük şirk:

Bunu çoğu insan bilmez. Ölülere ve makamat sahibi kabirlere dua etmek, onlardan yardım dilemek, hastalara şifa, zorlukların giderilmesi, darda kalanlara yardım elinin uzatılması, düşmana karşı yardım gibi ihtiyaçların giderilmesini onlardan istemektir. Ki bunlara; ancak Allah'ın gücü yeter. Onların zarar ve yarar verdiklerine inanmaları da böyledir. İbnü'l-Kayyım'ın dediği gibi dünya şirkinin aslı budur. Bu şirkin gizli olmasının iki nedeni vardır:
a- İnsanlar yaptıkları bu duayı, yardım dilemeyi ibadet olarak isimlendirmiyorlar. İbadeti sadece rükuya, secdeye, namaz ve oruca hasrediyorlar. Gerçek olan şu ki, daha önce de açıkladığımız üzre, ibadetin ruhu duadır. Bir hadiste şöyle buyurulur: Dua ibadettir.
b- Onlar, bizim kendilerine dua ettiklerimizin, yardım dilediklerimizin bir ilah ya da rab olduklarına inanmıyoruz, diyorlar. Tersine, bizim gibi yaratık olduklarına inanıyoruz, ancak onlar, bizimle Allah arasında aracıdırlar, katında bize şefaat edicidirler, diyorlar.
Bu, Allah'ı (c.c.) bilmemekten dolayıdır. O'nu zorba bir hükümdar, müstebid bir yönetici gibi kendisine ancak aracı ve şefaatçılarla ulaşılabileceğini sanmalarından dolayıdır. Bu, eskiden müşriklerin de kapıldığı bir vehimdir. Tanrı ve putları hakkında şöyle diyorlardı: "Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz" (Zümer, 3) "Onlar, Allah'ı bırakarak kendilerine fayda da zarar da vermeyen putlara ibadet ederler; bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır derler."(Yunus, 18)Hiç bir zaman tanrılarının ve putlarının yarattığına, rızık verdiğine, dirilttiğine, öldürdüğüne inanmadılar. Allah şöyle buyurur: "Ey Muhammed! And olsun ki, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan, onları güçlü olan, her şeyi bilen yaratmıştır, derler." (Zuhruf, 9) "De ki, gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir? Allah'tır, diyecekler. O zaman O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız? de. (Yunus, 31).Allah katındaki bu inançlarıyla, Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı, rızık veren, her şeyi yöneten, dirilten ve öldüren olduğu; putların ise sadece Allah katından şefaatçi ve aracı oldukları inancıyla birlikte; Kur'an onları şirkle nitelendirmiş, müşrik olarak isimlendirmiştir. Şirkten dönünceye, Lailahe illallah deyinceye kadar, öldürülmelerini emretmiştir. Kim bunu derse, İslâm'ın hakkı dışında kanı ve malı korunmuş olur. Allah Teâlâ, aracı ve şefaatçiden müstağnidir. O, kuluna şah damarından daha yakındır.Şöyle buyurmaktadır: "Kullarım, sana beni sorarlarsa; bilsinler ki, ben onlara yakınım."(Bakara, 186) "Rabbiniz, bana kulluk edin ki, size karşılığını vereyim, buyurmuştur. " (Mümin, 60)
Girmek isteyen herkese Allah'ın kapısı açıktır. Ne kapıcısı vardır ne de örtüsü.

Allah'tan Başkasını Kanun Koyucu Olarak Kabul Etmek

Çoğu insana gizli kalan, bilinmeyen büyük şirkin başka bir çeşidi de, Allah'tan başkasını kanun koyucu olarak ve hakem olarak kabul etmektir. Diğer bir deyişle, bazı insanlara, fert veya grup olarak, kendileri veya başka birilerine kesin bir kanun koyma hakkı vermektir. Onlar dilediklerini helal, dilediklerini de haram kılarlar. Onlar, Allah'ın izin vermediği ve onun şeriatına zıt olan yöntem ve düşünce koyarlar. Diğerleri de onların koydukları bu yasalara, sanki isyan edilmeyip itaat edilen bir ilahi yasa, bir semavî hüküm imiş gibi itaat ederler.
Şüphesiz ki yaratıklar hakkında yasamada bulunmak sadece Allah'ın hakkıdır. Onları yaratan, rızıklandıran, her türlü nimeti onlara bahşeden O'dur. Onları sorumlu kılmak, emretmek, nehy etmek, helal ve haramı belirlemek te O'nun hakkıdır. Çünkü O insanların rabbi, meliki, ilahıdır. O'ndan başkasının rububiyet, mülkiyyet ve uluhiyyet hakkı yok ki, hüküm ve teşrii hakkı bulunsun. Dünya O'nun mülküdür. Allah'ın mülkündeki insanlar, onun kullarıdır. O, bu ülkenin efendisi ve hakimidir, hükmetmek, yasa koymak helal ve haram kılmak O'na, dinlemek ve itaat etmek ise kullarına düşer. Bu ülke vatandaşlarından biri, bu ülkenin efendisinin izni olmaksızın orada bazılarının emir ve nehiy, helal ve haram kılmak, hükmetmek ve yasa koyma hakkının bulunduğunu iddia ederse; Hakimin kullarının bazısı O'nun mülkünde O'na ortak koşmuş, yalnızca O'na ait olan yönetim ve yasama konusunda, O'nunla çatışmış olur. Bundan, Kur'an, ehl-i kitabın şirk içinde olduğuna hükmetmiştir. onları, müşrikler olarak adlandırmıştır. Çünkü onlar yasama hakkını, haham ve rahiplere vermişler, onların belirledikleri haram ve helallere itaat etmişler. Kur'an bunu, Meryem oğlu Mesih'e yapılan ibadete denk saymıştır. Allah şöyle buyurur: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamları, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa, tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle emr olunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. Allah koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 31) Nebi (a.s.) bu ayeti, cahiliye günlerinde hristiyan olan Adiy b. Hatem et-Taî'ye şöyle tefsir etmiştir: Müslüman olup Peygamberin yanına gelen Adiy'e, Efendimiz bu ayeti okudu. Adiy diyor ki; hristiyanların onlara (hahamlara) ibadet etmediklerini söyledim. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Elbette, onların haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını da helal kabul ettiler ve onlara tabi oldular. Bu onların, onlara ibadetidir. (Ahmed,Tirmizi) Bu ayet ve Rasûlullah'ın hadisinin bunu tefsiri, kim Allah'tan başkasına kötülükte itaat eder, ya da Allah'ın izin vermediği bir konuda ittiba ederse; onu bir rabb ve mabud edinmiş, Allah'a ortak koşmuş olur. Bu da Allah'ın dini olan tevhide terstir. İhlas kelimesinin, Lailahe illallah'ın delalet ettiği; ilahın, kendisine ibadet edilen olduğudur. Allah, onların haham ve papazlarına olan itaatini, ibadet olarak isimlendirmektedir. Ve onları, erbab, yani ibadette Allah'ın ortaklan olarak adlandırmaktadır. İşte bu, büyük şirktir. Bir mahluka itaat eden, Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükümden başkasına tabi olan herkes, onu böylece adlandırmasa bile, onu bir rab ve mabud edinmiştir. Bir ayette Allah şöyle buyurur: "Eğer onlara itaat ederseniz, müşrik olursunuz." (Enam, 121) Aynı anlamda başka bir ayet ise şöyledir: "Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? (Şura, 21)Kur'an ve sünnetin, Allah'tan başkasını kanun koyucu olarak kabul edip Allah'ın izni olmadığı konularda tabi olan hakkında hükmü buysa; kendisini Allah'a denk tutan, uluhiyyetin özelliklerinden olan hükmetme, kanun koyma, helal ve haram kılma hakkını ona veren hakkındaki hükmü nasıl olur?


Küçük Şirkin Çeşitleri

Büyük şirkin dışında şirkin başka tür ve çeşitleri de vardır. Küçük şirk olarak adlandırılan bu şeyler, büyük günahlardandır. Belki de, Allah katında diğer büyük günahlardan daha büyüktür. Bunlardan bazıları:
Allah 'tan başkası adına yemin etmek
Bu, küçük şirktir. Peygamber adına, Kâbe-i şerif adına, evliyadan biri adına, büyüklerden biri adına, vatan adına, baba, dede, v.d. mahlukat adına yemin etmektir. Bunların hepsi şirktir. Hadis'te şöyle buyurulur: "Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse kafir olur, ya da müşrik olur." (Tirmizi)
Bu, yeminde, yemin edilene tazimin bulunmasından dolayıdır. Oysa; tazim ve takdise layık olan sadece Allah'tır. Bundan dolayı, başkası adına yemin nehy edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: "Babalarınız adına yemin etmeyin." "Kim yemin ederse, Allah adına yemin etsin veya terk etsin."
İbn-i Mesud (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Allah adına yalan yere yemin etmek, başkası adına doğru yere yemin etmekten daha iyidir. Dindeki bilinen gerçeklerden biri de, Allah adına yalan yere yemin etmek büyük günahtır. Ancak, şirkin hem büyüğü,hem küçüğü sahabenin fakihlerine göre; en büyük günahtır.(Allah'tan başkası adına yemin edene, ne bunu yerine getirmesi gerekir, ne de bunun bir kefareti vardır. Çünkü bu, şirktir. Ve şirkin, bir değeri yoktur. Ona düşen ancak şudur: Allah'tan istiğfar dilemesi, Resulullah'ın (s.a.s.) dediğini demesidir: "Kim Lat ve Uzza adına yemin ederse, Lailahe illallah desin."(Buhari) Bu hadisin belirttiğine göre; şirkin kefareti yedirmek içirmek değil, tevhidi yenilemektir.)

Halka ve ip Takmak:

Tevhid, Allah'ın kainatta koyduğu sebeplere sarılmaya karşı çıkmaz. Açlığı gidermek için yemek, susuzluğa karşı su, tedavi için ilaç, savunma için silah gereklidir. İnsan hastalığında doktora gider. Doktor da ona bir ilaç verir ya da ameliyat veya başka bir şeyi uygun görür. O da bunlara kulak verir, yerine getirir. Bu, tevhidden dışarı çıkmak değildir. Tevhidin karşı çıktığı, meydana gelen veya meydana geleceği sanılan bir belayı defetmek için, Allah'ın meşru kılmadığı gizli sebeplere sarılmaktır.
Madeni halkalar takmak, kollara ip bağlamak bu türdendir. İmam Ahmed, İmran b. Husayn'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir adamın kolunda halka gördü. Sende tunçtan bir şey görüyorum, yazıklar olsun, nedir bu, dedi. Zayıflıktan deyince, o, senin ancak zayıflığını artırır, çıkar onu, üzerinde iken ölürsen, kesinlikle kurtuluşa eremezsin, buyurdu.
Peygamber (s.a.s.)'in, bunun üzerinde bu derecede durmasının nedeni, şirkin türlerinden sakınmak, sahabeye bu kapının tamamen kapatılmasını öğretmek içindir. Bundan dolayı, Huzeyfe b. Yemame ziyaretine gittiği bir hastanın yanma girdiğinde kolunda sıtmayı önlediği söylenen bir ip görünce; onun kesilmesini istedi ve şu ayeti okudu: "Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a inanmazlar." (Yusuf, 106)

Nazar Boncuğu, Muska Takmak:

Bu da, şirkin bir çeşitidir. Arapların, özellikle çocuklara taktığı bir boncuk ve muskadır. Bunun onları, cinlerden koruduğu, nazar değmesini önlediğini sanıyorlardı. İslâm bunu ortadan kaldırdı, koruyucu ve engelleyici olmadığım öğretti.
Ahmed, Ukbe b. Amir'den merfu olarak rivayet etmiştir: "Kim boncuk asarsa, Allah onun işini bitirmez: Kim katır boncuğu takarsa Allah onu korumaz." Diğer bir rivayette ise, "Boncuk takan şirk koşmuş olur." Boncuk takmanın anlamı, bunun bir hayrı celb ettiğine veya bir şerri defettiğine kalbin inanmasıdır. Bu, kesinlikle şirktir. Çünkü, bu işte, Allah'tan başkasından zararın defedilmesini istemek vardır. Allah şöyle buyurur: "Allah sana bir sıkıntı verirse; O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. O, her şeye gücü yetendir. "(Enam, 17)
Bu boncuk türleri, camia, haraz, hicab olarak adlandırılan eşyalardır. Bunları kullanmak büyük günahlardandır. Gücü yeten herkesin, bunu yok etmesi vacibtir. Said b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir: "Kim bir insanın boncuk ve muska takmasını engellerse, bir köle azad etmiş gibi sevaba girer."
Eğer bu muska, Kur'an ayetlerinden bir ayet veya Allah'ın isim ve sıfatlarından biri olursa, bu durumda bunu kullanmak nehy kapsamına girer mi? Yoksa; istisna edilip takılması caiz olur mu? Selef bu hususta ihtilaf etmiştir. Bazıları ruhsat vermiş, bazıları ise menetmiştir. Şu delillerden dolayı, Kur'an'dan bile olsa; her türlü muskanın kullanılmasının caiz olmadığı görüşünü tercih ediyoruz:
1-Muska,boncuk konusundaki nehyin genel olması.Bu konudaki hadisler,hiçbir istisnaî durum belirtmemektedir.
2-Seddüzzeria (Şerre giden yolun kapatılması).Kur'an'dan olan muskanın takılmasına ruhsat verildiğinde başka şeylerin takılmasına kapı aralanmış olur. Şer kapısı açıldığında, bir daha kapanmaz.
3-Bu, Kur'an'ın pisliklerle karşı karşıya gelmesine neden olur. Çünkü, bunu takan defi hacet, cünüplük v.b. durumlarda bunu üzerinde bulundurur.
4-Bu işte, Kur'an'ı hafife alma, getirdiklerine muhalif bir tavır sergileme vardır. Dosdoğru olan bu kitabı Allah, insanlara hidayet rehberi olsun, karanlıklardan nura çıkarsın diye indirmiştir, kadınlara ve çocuklara muska ve boncuk olsun diye değil.

Üfürükçülük

Bu da tevhide zıt olan şeylerdendir. Üfürükçülük, cahiliye araplarının kendilerinden afetleri koruduğu inancıyla; cinlerden yardım dileyerek söyledikleri bazı yabancı ve anlamsız ifadelerdir. İslâm gelince bunu kaldırmıştır. Bir hadis şöyledir: "Üfürükçülük, muska, boncuk ve sihir şirktir." Sahabeden şöyle rivayet edilmiştir: Abdullah b. Mesud (r.a.) hanımının boynunda bir ip görünce bunun ne olduğunu sordu. Beni sıtmadan koruyan okunmuş bir iptir, cevabını verdi. Çekip kopardı ve attı. Sonra şöyle dedi: "Abdullah'ın ailesi şirkten uzaktır. Rasulullah'ın şöyle dediğini işittim: Üfürükçülük, muskacılık ve sihir şirktir." Kadın "gözüm seyriyordu, falan yahudiye gittim, üfürünce geçti" dedi. Abdullah, bu şeytanın işidir, karşılığını verdi. Şeytan bunu eliyle yapıyor. Okuyup üflediğinde şunu söyleseydin sana yeterdi: "Ey insanların Rabbi! Bu darlığı kaldır, şifa ver, şifa veren sensin. Şifan öyle bir şifadır ki, ondan başka şifa yoktur. Ve o hiçbir hastalığın izini bırakmaz."
Haram olan okuyup üfleme, içinde Allah'tan başkasından yardım isteme bulunan veya küfür ya da şirk bulunan, arap dilinden başka bir dilde yapılmış olanıdır. Bunun dışındaki okuyup üflemenin bir zararı yoktur. Sahih-i Müslim'de, Avf b. Malik'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cahiliyyede üfürükçülük yapıyorduk. Rasulullah'a, bunun hakkında ne diyorsun, dedik. Yaptığınızı bana gösterin, şirk bulunmayan okuyup üflemede bir beis yoktur." Suyutî diyor ki, şu üç şart bulunursa, okuyup üflemenin caiz olduğu hususunda ulemanın ittifakı vardır:
1 Allah'ın kelamı, isimleri veya sıfatlarıyla olması.
2 Arapça ve anlaşılır bir şekilde olması.
3 Gerçekte bunun bir etkisinin bulunmadığına,bunun Allah'ın takdiriyle olduğuna inanılması.
Hadiste zikredilen sihir, erkeğin kadını, kadının da erkeği sevmesi için yapılan sihirdir.


Büyücülük:

İslâm'ın yasakladığı şirkin başka bir çeşidi de büyüdür. Büyü, hayal ve vehmin bir türüdür. Büyü, üfürükçülük, düğüm bağlama bu türdendir. Allah'ı bırakıp, cin, şeytan ve yıldızlardan yardım dileme bulunduğundan dolayı şirktir. Hadiste şöyle buyurulu yor: "Kim bir düğüm bağlar ve üfürürse; sihir yapmıştır. Kim de sihir yaparsa, şirk koşmuş olur."
Bu İslâm'da ve diğer semavî dinlerde büyük günahlardandır. Musa'nın (a.s.) diliyle Kur'an'da şöyle denilmektedir: "Sihirbaz nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz."(Taha, 69)"Yaptığınız sihirdir. Ancak Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah fesad edenlerin işini elbette düzeltmez."
(Yunus, 81)Peygamber Efendimiz bunu, şirkten sonra, helak edici yedi şeyden biri olarak saymıştır.
Kur'an bize, sihrin ve onu yapanların şerrinden Allah'a sığınmayı öğretmektedir:"Düğümlere nefes eden büyücülerin şerrinden (Allah'a sığınırım)."(Felak, 4) Büyücüler, büyü yapmak istedikleri zaman ip bağlarlar, her düğüme üflerler, ki istedikleri olsun.
Selef imamların çoğu, büyü yapanın kafir, büyünün de küfür olduğu görüşündedir. Malik, Ebu Hanife, Ahmed bu görüşte olanlardandır.Birçok sahabeden rivayet edildiğine göre; büyücünün cezası kılıçla öldürülmektir. Buhari'de, Bicale b. Abde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ömer b. Hattab, büyücü kadın ve erkeklerin öldürülmelerini emretti. Biz de üç tanesini öldürdük." Müminlerin annesi Hafsa (r.a.) ve sahabeden Cendeb (r.a.) den büyücünün öldürülmesi hakkında sahih rivayet vardır. Sihrin kendisinin haram olduğu gibi, bunu tasdik eden, bu işte çalışan ve katkısı bulunan bu günaha ortaktır. Efendimiz (s.a.s.) buyurmuştur: "Üç kişi cennete girmeyecektir: Sürekli içki içen, sihri teyid eden, sılayı rahmi kesen. "( Ahmed ve İbn-i Hibban.)

Müneccimlik:

Büyünün bir çeşidi de müneccimlik diye bilinen şeydir. Burada kastedilen ve bunu yapanların da zannettikleri şey, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel olayları yıldız aracılığıyla, onlara bakarak haber vermektir. Bu büyünün bir çeşitidir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kim yıldızlarla haber vermeye çalışırsa, büyüyle haber vermiş olur(Ebu Davud.)
Bu hadis, astronomi ilmi, yıldızların uzaklığını, yerlerini, yörüngelerini, gözlem ve araçlarla inceleyen ilim, hakkında değildir. Bu, ilm-i felek (astronomi)tir. Bu, ilkeleri, kuralları ve araçları olan bir ilimdir. Ancak bu hadis, bu ilmi küfre götürecek şekilde, gaybı bildiğini iddiasıyla -ki, gayb bilgisine sadece Allah'ın sahip olmasından dolayı şirke düşülmüş olmaktadır- öğrenen hakkındadır.

Tivele, Büyü ve Şirktir:

Bu, eskiden büyücüler arasında yaygın olan bir büyü türüdür. Harf, kelime v.b. bazı şeyleri yorumlamaktan ibarettir. Bununla kadının erkeği, erkeğin de kadını sevdirilmesi hedeflenmektedir. Daha önce şöyle bir hadis zikretmiştik: "Okuyup üfleme, muska ve sihir şirktir."

Kahin ve Falcılar:

Kahin ve falcı, müneccim gibidir. Kahin gelecekte olacak ve insanın içindekilerden haber veren kişidir. Falcı da, kahin, müneccim ve rammel gibi gaybı bildiğini iddia eden kimsedir. İster gelecek için kehanette bulunsun, isterse insanın içindekiler için..İsterse de cinlerle ilişki kurarak, bakarak, kumu çiziktirerek, fincana bakarak..
Müslim, Sahihinde Nebi'nin (s.a.s.) şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kim bir falcıya gidip bir şey sorar ve ona inanırsa, kırk namazı kabul olmaz." Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadiste ise; "kim bir kahine gider ve onun söylediklerini tasdik ederse, Muhammed'e indirileni inkar etmiş olur." Bunun nedeni, Muhammed (s.a.s.)'e indirildiğine göre; gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceğidir. Allah şöyle buyurur: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur, de."(Neml, 65)"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak O bilir. "(Enam, 59)"Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır.(Cin, 26-27)O kadar ki; Peygamber Efendimiz, vahiy aracılığıyla, Allah'ın kendisine bildirdiğinin dışında, gaybı bilmiyordu. Bundan dolayı, ona şöyle hitap etmektedir: "De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı bilseydim daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi. Ben sadece, inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim." (A'raf, 188)Büyücü ve kahinlerin yardım istedikleri cinler, gayb bilgisini elde etmeye güçleri yetmez. Kur'an, Süleyman'ın (a.s.) ölümünü, cinlerin bilmediklerini zikretmektedir: "O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı.-"( Sebe, 14) kahin ve falcıları, gaybı bildikleri zannıyla tasdik etmek, Allah'ın açık ayetlerle indirdiğini inkardır. Onlara gitmenin, din adına yaptıkları fecaati tasdik etmenin hükmü bu ise; kahin ve falcıların kendi durumları ne olur? Din onlardan uzak olduğu gibi, onlar da dinden uzaktır. Bir hadis şöyledir: "Uğursuzluk yapan, uğursuzluğa yol açan, kahinlik yapan ve buna neden olan, büyü yapan ve büyüye yol açan bizden değildir." (Bezzar.)


Allah'tan Başkasına Adakta Bulunmak:

Bu da bir şirktir. Kabir ve ölülere adakta bulunmak gibi. Bu, adağın ibadet ve kurbet (yakınlık) olmasından dolayıdır İbadetin ise, Allah'tan başkasına yapılması caiz değildir. Allah şöyle buyurur: "Sarfettiğiniz harcı ve adadığınız adağı şüphesiz Allah bilir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur."(Bakara, 270.)Ayetteki zalimlerden maksat, müşriklerdir. Şirk, büyük bir zulümdür. Allah'tan başkasına ibadete yönelen kesinlikle şirke düşmüş olur.
Bazı alimler şöyle diyor: Çoğu avamda gördüğümüz adak, kaybolan bir insan, bir hasta veya bir ihtiyaç içinde olanın bazı salih insanların kabirlerine gitmesi şeklinde yapılan adaktır. Orada şöyle der: "Ey falan efendi! Eğer Allah kaybolanı geri döndürürse veya hastam şifa bulursa ya da ihtiyacım giderilirse, sana bu kadar altın veya bu kadar yiyecek ya da şu kadar mum ve yağ!.."
Şu delillerden dolayı bu adak batıldır:
1 Çünkü bu, bir mahluka yapılan adaktır. Bu ise; caiz değildir. Bu ibadettir. İbadet mahluka yapılmaz.
2 Adakta bulunulan ölüdür. Ölünün yapabileceği bir şey yoktur.
3 Bunu yapan, Allah'tan başkasının, ölünün, hayata yaptırımı olduğunu zannetmektedir. Bu inanç küfürdür.
Görüldüğü gibi, para, mum, yağ v.b. şeyler alıp bunları evliyanın mezarlarına yakınlık olsun diye götürmek müslümanların icmasıyla haramdır. Bu tür adak, haram olduğuna göre, bunun yerine getirilmesi gerekmez. Üstelik, şu üç delilden dolayı caiz olmaz:
1- Yapılan bu iş, Peygamberimizin emrine muhaliftir. Şöyle buyurur:"Kim, bizde olmayan bir iş yaparsa, bu merduddur (reddedilir)." (Müslim.)
2- Allah'tan başkasına adakta bulunmak şirktir.Şirkin bir değeri yoktur. Bu, yaratıklar adına yemin etmek gibidir. Yerine getirilmesi gerekmez. Kefareti de yoktur. Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi, ancak istiğfar gerekir.
3-Temelinde günah bulunan bir adaktır. Sünnetin belirttiğine göre, içinde günah ve şirk bulunan adağın yerine getirilmesi gerekmez. Tersine yerine getirilmemesi gerekir. Sahih-i Buhari de Hz. Aişe'den (r.a.) merfu olarak rivayet edilmiştir: "Kim Allah'a itaat etmek için adakta bulunmuşsa, itaat etsin, kim de Allah'a isyan etmek için adakta bulunmuşsa, isyan etmesin."
Sabit b. Dahhak'tan rivayet edilmiştir: Bir adam, Buvane'de bir deve kesmeyi adamıştı. Bunu, Efendimize sordu. Şöyle dedi: "Orada ibadet edilen bir cahiliye putu var mı? Hayır, dediler. Orada, bayram yapıyorlar mı? diye sorduğunda, yine hayır, dediler. O zaman, Peygamber (s.a.s.) buyurdu: Adağını yerine getir. Allah'a isyanda ve hiçbir şeye güç yetiremeyen insanoğluna yapılan adak yerine getirilemez.

Allah'tan Başkasına Kurban Kesmek:

Şirkin başka bir çeşidi de Allah'tan başkası için kurban kesmektir. Tanrılarına ve putlarına kurban kesmek bütün arap toplumunun adetiydi. İslâm, bunu kaldırdı. "Allah'tan başkası adına kesilenler haram kılındı."(Maide, 30)'' Yani, Allah'ın ismi dışında put v.b. şeylerin ismi anılarak kesilen hayvanlar, ibadet, tazim ve kutsamak için taş, ağaç v.b. putlara kesilen hayvanlar haramdır. Çünkü kesme işi ancak Allah için olur. Bundan dolayı Allah, Resûlüne namazını Allah için kılmasını,kurbanı da yine Allah için kesmesini emreder:"Allah için namaz kıl ve kurban kes."(Kevser, 2)Aynı şekilde, O'nun yolunun namazında ve ibadetinde, onlarınkine zıt olduğunu müşriklere ilan etmesini emreder: "De ki namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur, böyle emrolundum." (Enam, 162-163)Buradaki ibadet, yakınlık niyeti ile kurban kesmektir.
Hz. Ali'den rivayet edilmiştir: "Rasulullah (s.a.s.) bana dört şey söyledi: "Allah'tan başkasına kurban kesene Allah lanet etsin, anne babasına lanet edene Allah lanet etsin, bir suçlu saklayıp koruyana Allah lanet etsin, tarla, arsa v.b. şeylerin sınırını değiştirene de Allah lanet etsin." (Müslim)
Tarık b. Şihab'dan rivayet edilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu: Bir insan cennete bir sinekten dolayı girdi. Başka biri de cehenneme, sinekten dolayı girdi. Bu nasıl olur, ey Allah'ın Rasûlü dediler. İki adam, putu bulunan bir millete uğradılar. Bu puta bir şeyin kurban edilmesi gerekiyordu. Biri diğerine, benim keseceğim bir şey yok, dedi. Ona sinek bile olsa bir şey kes dediler. O da tuttu bir sinek kesti. Cehennemlik oldu. Diğerine de, bir kurban kes, dediler. Ben Allah'tan başkasına kurban kesmem, dedi. Başım vurdular. Ve cennetlik oldu." (Ahmed)
Peygamber (s.a.s.), bu mümin kişiyi övdü. Cennete girdiğini haber verdi. Çünkü o, ölüme sabretmiş, Allah'tan başkasına kurban kesmeye razı olmamıştı. Çünkü sorun, çok boyutluydu. Bugün Allah'tan başkasına sineği kurban eden, yarın da deveyi kurban edebilirdi.
İslâm tevhide ve şirkten kaçınmaya o kadar önem vermiştir ki; Allah'tan başkasına kurban kesilen bir yerde, Allah (c.c.) için kurban kesilmesini yasaklamıştır. Sabit b. Dahhak'ın Buvane'de bir deve kesmeyi adayan adam hakkında rivayet ettiği hadis bunu göstermektedir.

Uğursuzluğa İnanma Şirktir:

Şirkin bir başka çeşidi de uğursuzluğa inanmaktır. Bu, duyulan ve görülen bazı şeyleri uğursuz saymaktır. Niyet ettiği yolculuk, evlenme, ticaret v.b. şeylerden, bundan dolayı vazgeçmektir. İhlasla Allah'a (c.c.) tevekkül etmediği, O'ndan başkasına yöneldiği ve kalbinde uğursuzluğa itikad bulunduğundan dolayı şirke düşmüş olur.
İmam Ahmed, Peygamber'in (s.a.s.) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kim, uğursuzluğa inandığından dolayı, işinden vazgeçerse, şirk koşmuş olur. Bunun kefareti nedir, dediklerinde, şöyle söylemendir buyurdu: "Allah'ım! Senin hayrından başka hayır yoktur. Senin uğursuzluk olarak bildirdiğinden başka da uğursuzluk yoktur. Senden başka tanrı da yoktur."
İnsanın nefsindeki bazı tedirginlik ve tereddütlerin bir zararı yoktur. Allah'a tevekkül ederek onun yolunda yürürse; uğursuzluk onu, niyet ve amacından alıkoyamaz. Ebu Davud ve Tirmizi, İbn-i Mesud'dan (r.a.) merfu olarak rivayet etmişlerdir. Uğursuzluk şirktir, uğursuzluk şirktir. Bizden değildir. Bunu ancak Allah'a tevekkül yok edebilir."
"Bizden değildir, ancak"ın anlamı, beşerî zayıflığın gereği olarak kalbinde bir şey kalırsa, bu istisnadır. Allah, kendisine yapılan tevekkülden dolayı, bunları onun kalbinden söküp alır. "Allah'a tevekkül eden kimseye, O yeter." (Talak, 3)
Uğursuzluğun karşıtı, fe'l uğura inanmakdır. İnsanın duyduğu bir söze, gördüğü bir şeye binaen, hayırlı bir şeyin olacağını sanmasıdır. Efendimiz (s.a.s.) güzel uğuru severdi. Şöyle buyurdu: Uğur (fe'l) hoşuma gidiyor. O nedir, diye sorulduğunda, güzel sözdür, karşılığını verdi.
Buna bir örnek verelim: Hasta bir adamın, başka birini şöyle derken duymasıdır: Ey sağlam kişi. Bundan dolayı, bu insan bir hayır umar. Bu, güzel bir şeydir. Çünkü geniş emel ve Allah hakkında hüsnü zan beslemeye çağrıdır. Uğursuzluk ise, Allah (c.c.) hakkında suizan ve boşu boşuna başkasından bir şey beklemektir.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Önemli uyarı

Şunu belirtmek gerekir ki; zorlayan kimse, istediği verildiği halde zorlamasına devam edecekse bu durumda istediğinin verilmemesi gerekir. Çünkü böyle bir durum, ikrah ruhsatından artık çıkmıştır. Bütün alimler; sürekli olarak küfür işlemeyi gerektiren bir zorlama altında kalmayı, küfür işleme konusunda ruhsat saymamışlardır.

İkrahla ilgili şartları bu şekilde açıkladıktan sonra ikrah ile zaruret arasında fark olduğu daha net olarak anlaşılmış olur.

Şeyh Süleyman b. Sehman, zaruret adı altında taguta muhakeme olunma konusunda kendisine sorulan soruya şöyle cevab verdi:

"İkincisi: Taguta muhakeme olmanın küfür olduğunu öğrendikten sonra sana şöyle denir: Allah (c.c) kitabında küfrün, öldürmekten daha büyük olduğunu şöyle zikretti:

"Fitne öldürmekten daha şiddetlidir." (Bakara: 191)

"Fitne öldürmekten daha büyüktür."(Bakara: 217)

Bu ayetlerde geçen "fitne"den kasıt; küfür ve şirktir. Bil ki! Gerek çölde yaşayan ve gerekse şehirde yaşayanların hepsinin, birbirleriyle ta yok oluncaya kadar savaşmaları, İslam şeriatine ve Rasulullah (s.a.s)'ın getirdiği hükümlere muhalefet eden ve başka hükümlerle hükmeden tagutu aralarındaki ihtilafı çözme konusunda hakem tayin etmelerinden daha ehvendir.

Üçüncüsü: Eğer muhakeme olmak küfür ve ihtilaf dünya içinse, o zaman nasıl olur da dünya için küfre girersin?

Bil ki! Allah (c.c) ve rasulü herşeyden daha sevgili olmadıkça hiç kimse iman etmiş olmaz. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.s), kendi çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça hiç kimse iman etmiş olmaz. Bütün dünyan gitse de tagutun mahkemesine muhakeme olmak senin için asla caiz olmaz. Şayet sana ya elindeki herşeyi vereceksin veya taguta muhakeme olacaksın denilirse, sana farz olan şey; elindeki herşeyi vermen fakattaguta asla muhakeme olmamandır. (Eddureru's Seniye Mürtedin hükmü bölümü s: 275)

Şeyh Abdurrahman b. Hasen:

"Kim tagutu inkar edip Allah'a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 256)

ayeti hakkında şöyle dedi:

"Taguta muhakeme olmak, taguta iman etmek demektir." (Fethül Meci s: 351)

Allah'ın Birliği

(BAKARA suresi 116. ayet):

وَقَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَل لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ

"Allah çocuk edindi" dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.

(BAKARA suresi 117. ayet):

بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْراً فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ

(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece "Ol!" der, o da hemen oluverir.

İlahi Dinlemek İçin Tıkla>>Gaflet Uykusu

mehmet selim polat

İman

Güvenme, verilen bir habere kalbten inanma, haberi getireni tasdik etme; bir şeye tereddüde düşmeksizin inanma; Allah'a, ondan başka îlâh olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve Resulu olduğuna, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanma (Buhârî, iman, 37; Müslim, iman, 1, 5, 7; Ebû Dâvud, sünne, 15)."İman" kelimesi; Arapça'da "if'al" vezninde olup, aslı "emn" kökünden gelir. Dillere göre, korkunun zıddı olan "emn-ü emân=emniyet, güven" manasında, "âmene" fiilinin masdarıdır. Kelimenin aslı "emn" de "emân" idi. Başına "elif" gelince, "e'mene" oldu; sonra arapça gramer kaidesine göre "imân" okundu. Kelimenin başındaki "hemze" Arap diline göre "ta'diye" için "geçişli" olursa, "eman vermek, emin kılmak" manasına gelir ki; "esmâüllah = Allah'ın isimleri"nden olan "Mümin" bu manadan alınmıştır. Sayrûret (olmak) için kullanılırsa, iman; "emin olma, kalbi güven ve sükûna kavuşturma" manasına gelir. Buna lisanımızda "inanma" denir.Bütün dilcilerin örfünde imanın hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani, bir şahsa, bir habere veya bir hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, onu doğrulamak, sözünü doğru kabul etmektir. Tasdik eden, tasdik ettiği şahsı tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain olmuştur. İman kelimesi, ya "âmenehu" da olduğu gibi doğrudan, veya "âmene bihi" ve "âmene lehu" da olduğu gibi, (be) veya (lâm) ile mef'ul alır. (be) ile olursa, "İkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa, "iz'an ve kabul" manası ifade eder (Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi, Kamüsü'l-Mühit tercemesi, İstanbul 1272 H., III, 593-594; İbn-i Manzur, Lisânü'l-Arap, Bulak Mısır 1303, XVII 160-163).Bu esasa göre sözlükteki iman, mantık ilmindeki "tasavvur"un karşılığı olan "tasdik" ten ibaret olup, kavramındaki iki unsur vardır: Biri "bilgi=marifet" unsuru; diğeri, irade ve ihtiyar (kesb)" unsuru. Çünkü, önce neye, niçin ve nasıl inanılacağı bilinmeden, bir şeye iman ve onu tasdik mümkün olmaz. Bu yönden "marifet" unsurunun rolü açık; imanın akıl, fikir, düşünce ve nazar ile ilgisi aşîkârdır. İrade ve ihtiyar unsuru ise, bilinen bir şeyin tasdik edilerek iman haline gelmesi, terim ifadesiyle "iz'an ve kabulü" için şarttır. Diğer bir deyimle; bilinen ve iman konusu olan husus, baskı ve korkudan uzak, samimi bir gönülle içten benimsenmeli, tam bir teslimiyet ile kabul ve itiraf edilmelidir. O halde imanda; bilgiye dayanan iradeli bir tasdik, kesb ve ihtiyar lâzımdır. Her şeyi çok iyi bilen şeytanın kâfir sayılması, bu ikinci unsurun bulunmamasındandır. O halde, yalnız "marifet" ile iman olmaz. Çünkü kesb ve ihtiyar olmadan kalbde hasıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir bilginin. imanda aslolan "tasdik" derecesinde sayılabilmesi için onda, irade ve ihtiyara dayanan kalp rızası ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz'an'ın, "itikad-ı câzim" denilen kesin olarak yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından; "zann-ı gâlib" denilen avam müslümanların tasdiki, yani "mukallidin imam" Ehl-i Sünnete göre kâfi ne makbul sayılmıştır. Bu gibi tasdiklere "iman-ı hükmî" denir. Aklı ve naklî delillere dayanarak elde edilen kuvvetli imana ise, "tahkîki iman" adı verilir. Bu yola (delil ve istidlâle) gücü yettiğince başvurmak farz olduğundan, bunu terkeden bir mü'min günahkâr olur (bk.Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (ilm-i Kelâm), İstanbul 1984, I, 148-150).Tasdikin Derece ve Türleri:Mutlak tasdikin derece ve türleri vardır. Her tasdik, meselâ, "Allah'a iman ettim", "Hz. Muhammed (s.a)'e, Kitabullah'a ve ahirete inandım" cümleleri, ayrı ayrı kariyeler (önermeler) olarak farklı hükümler ifade eder. Her birinde tasdik ve hüküm bulunan bu iman nevileri, taalluk ettiği şeylere göre çeşitli manalara gelmekte, hepsi de, "kabul ve itiraf" manası ifade etmektedir. Tasdikte aslolan, söylenen sözün veya haberin doğru ve sâdık olmasıdır. Sözün sadık olması ise, verilen hükmün sadık olmasında, yani o hükmün gerçeğe mutabık olmasındandır. Mutabık ise, o hükmün doğru ve sadık; değilse, yalan ve yanlıştır.Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve bilfiil mevcut olan bir şey ise, bu tasdike "tasdik-i şuhûdî"; gözle görülmediği halde, varlığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasıyla biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de "tasdik-i gaybı" denir. Bu yönden, imanın içerdiği mutlak tasdik, dilciler nazarında; a) Ya kavlî, yani sözle, b) Veya fiilî, yani iş ve amel ile olur. Kavlî olan da, biri kalbî (kalp diliyle), diğeri de lisanî (dil ile) olmak üzere iki türlüdür. O halde, dilcilere göre tasdikin üç türü ve derecesi vardır. Bunlar;a) Kalb ile yapılan tasdik: Bir kimsenin herhangi bir şahsı veya hükmü kalbiyle kabul ve itiraf etmesidir.b) Bizzat dil ile yapılan tasdik: Bu da, insanın, inandığı şeyin hak ve gerçek olduğunu başkası duyacak şekilde söyleyip ilân etmesidir. Dil ile yapılan bu tasdik de iki türlüdür: a) Hakîkî, b) Zahirî, Hakîkî anlamda; dil ile ikrar edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani dil ile kalb tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahip olan kimse, hakîkaten inanmış bir "mü'min"dir. Zâhirî alanda ise dil ile tasdik olunan şey, kalp ile tekzip olunur. Yani dili ve zahiri başka, kalbi ve batını başkadır. Kalbi, dilinin söylediğini inkar ve reddetmektedir. Bu gibi zahiri tasdik sahiplerine, dinî literatürde "münafık" adı verilir. Bunlar zahiren mümin; hakîkatta ve Allah katında kafir sayılırlar.c) Organlarla yapılan fiili tasdik: Söylenen sözün gereğini bilfiil ima etmek süretiyle yapılan tasdik şeklidir ki, bunun makbul olanı; işlenen fiilin, hem dil, hem de kalp ile yapılan bir tasdike dayanmasıdır. Şayet yalnız dil ile ikrarın eseri ise, yapılan iş, riyadan başka bir şey değildir ve nifak alametidir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, I, 179).İslam Istılahında İmanın Manası, Hakîkati ve Rükûnleriİslami ıstılah olarak "iman", Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah (c.c.) tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dini esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamını iz'an ve kabul ile tasdik ve itiraf etmektir. Yani Allah'a, Hz. Muhammed'in son Peygamber olduğuna ve "Zarûrât-ı diniyye" diye bilinen İslâmî esaslara, hükümlere ve haberlere, kesin olarak inanmak, tamamını kabul ve itiraf etmektir. Zarûrât-i diniyye; Peygamberimizden tevâtür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen; Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin ve âhiret hayatının hak olduğu; namaz, oruç, zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz; zinanın, şarabın, faizin, adam öldürmenin ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik ifade eden bu gibi dinî esaslara her müslümanın tereddütsüz inanması gerekir. Bu bakımdan, dini terim olarak iman, taalluk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha genel ve şümullüdür.İman hakîkatta bir kalp ve vicdan işi olduğuna göre; dilciler nazarında da, dinî ıstılahta da aslolan, imanın hakîkatında bulunması gereken tasdiktir. Fakat, bu tasdik ve itirafın masdarı, kaynağı nedir? İmanın hakîkatını teşkil eden hükümler nelerdir? Yalnız kalp midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa bu ikisine ilaveten, azalarla yapılan işler, salih ameller midir? İşte bu hususta İslâm âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bundan dolayı birçok itikadi mezhep ortaya çıkmıştır.a) Ehl-i Sünnet'ten bazılarına göre şer'î iman; Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak bilinen şeylerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Bu tarife göre imanın; biri tasdik diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan "kalp ile tasdik", hiçbir mazeret karşısında vazgeçilmeyen "aslî rükün"dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehlikesi gibi zarûrî haller karşısında vazgeçilebilen ve vücubu sakıt olan "zâid rükün" dür. Aslî rükün sayıları kalb ile tasdik zâil olduğu anda, o kimse imandan çıkar ve kâfir olur. Çünkü her halükârda tasdiksiz iman olmaz. Ancak ölüm tehdidi karşısında diliyle ikrar etmeyen bir kimse, kalbi samimi tasdik ve imanla dolu olduğu için imandan çıkmaz ve kâfir olmaz (en-Nahl, 16/106). "Kavl-i Meşhur" olarak şöhret buları bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefi imamlarından Şemsü'l-eimme es-Serahsî, Fahru'l-İslâm Pezdevî ve diğer Hanefi fakihleri benimsemişlerdir. Hatta İmam-ı Âzam'ın da bu görüşü tercih ettiği rivayet edilmiştir (Fıkh-ı Ekber Aliyyu'l-Kâri Şerhi, s. 76-77; Şerhu'l-Makâred, II, 182, Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, s. 436438).b) Ehl-i Sünnet'ten "cumhuru muhakkikîn" e göre şer'î iman; inanılması gerekenleri kalb ile tasdikten ibarettir. O halde şer'; imanın yegane rüknü, kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddütsüz bir tasdik bulunan kimse, gerçekte ve Hak Teâlâ indinde mümindir. Dil ile ikrar etmek ise, imanın aslî veya zâid bir rüknü, yani imandan bir cüz değildir. Fakat, kalble bulunan tasdike, ancak dil ile ikrar edilmesi halinde vakıf olunabileceği, aksi halde mü'min midir, değil midir? bilinemeyeceğinden, dünyevî ve hukûkî hükümleri tasdik edebilmek için, dil ile ikrar şart koşulmuştur. Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten tasdik edip de, bunu diliyle ikrar etmeyenler, dünyada müslüman sayılıp dini ahkâm kendilerine uygulanmasa bile, Allah Tealâ katında mü'min sayılırlar. Dini nasslar bu görüşü daha fazla desteklemektedir: "Allah işte bunların kalbine imanı yazdı" (el-Mücadele, 58/22); "İman henüz kalblerine girmedi" (el-Hucurât, 49/14 ve en-Nahl, 16/106 gibi). İmam Ebu Mansur el-Maturîdi'nin tercihi de budur. Özellikle, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'ârî ile İmamu'l-Haremeyn el-Cüveynî ve İmam Fahru'd-Din er-Râzî bu görüştedirler (Ali Arslan Aydın İslâm İnançları, I, 164-165).c) Selef Uleması ile, Hadis âlimlerinden birçoğu ise rivayete göre, İmam Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmam Ahmet (r.a)'a göre Şer'î İman; "İkrarın bil lisan, tasdikun bil cenan ve amelün bil erkân"dır. Yani, "dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve rükünlerle amel" Fakat bu görüşe sahip olan Selef Uleması ve bazı mezhep imamları, ameli terk eden kimseleri "fâsıkâsî" saymışlarsa da, bu gibilerin imandan çıkarak kafir olacaklarına hükmetmemişlerdir. Ayrıca, abid ve zahid müslümanlara tatbik edilmekte olan dini ahkâmın, ameli terkeden fâsıklara da uygulanacağını söylemişlerdir. Nitekim tatbikatta hep böyle olagelmiştir. Bu zevata göre şer'î imanın hakîkatı iki şekilde mütâlaa edilmektedir. Biri; er geç Cennete girme imkânını sağlayan iman esasıdır ki, bu kalp ile tasdikle veya tasdikle beraber dil ile ikrar ile tahakkuk eder. Diğeri ise, müslümanı cehennemin azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren "Kemâl-i iman", yani imanın kâmil olmasıdır. Şüphe yoktur ki amel, yani dini emir ve esaslara uyarak yasaklardan kaçınmak, imanın kemalinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen meyvesidir. Sonuç olarak, yukarıdaki tarif gerçekte, "imanın aslını ve hakikatı"nın değil, "kemâl-i iman" yani iman olgunluğunun tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı hadisçilerin görüşü, Mu'tezile ve haricilerin katı görüşleriyle ilgili olmayan makul ve makbul bir görüştür (Ali Arslan Aydın, a.g.e, I, 160-161 ve orada zikredilen ana kaynaklar).d) Havâriç ve Mu'tezile ise Şer'î imanın; dil ile ikrar ve kalp ile tasdik şartından başka, bunları amel ile tasdik etmek olduğunu iddia etmişlerdi. Bunlara göre imanın hakikatı hem "fiil-i kalp, hem fiil-i lisan, hem de fiil-i cevârih" dir. Yani Şer'î imanın "üç rüknü" vardır. Bunlar; Resulullah'ın Allah Teâlâ'dan vahy ile telakki edip tebliğ ettiği ilâhî esasları ve şer'î hükümleri; "a) Kalp ile tasdik, b) Dil ile ile ikrar, c) Azalarla tatbik etmek"tir. O kadar ki, bu üç rükünden birine sahip bulunmayan; meselâ kalbiyle tasdik, diliyle ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen bir kimse, mümin sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında "kafir", Mu'tezile nazarında ise, "ne mümin ne de kafirdir", fakat imanın hakîkatından olan bir cüz'ü, yani ameli terkettiği için "fâsık" sayılır. Bu esasa göre Mu'tezile, "günâh-ı Kebâûr" den, yani büyük günahlardan birini işleyen veya "vâcipler"den birini terkeden kimseyi mümin olarak kabul etmez. Bu gibiler için meşhur "el-Menziletü beyne'l-menzileteyn" tezini ileri sürer, bunların Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklarını iddia eder. Bu görüşlerini isbat için bir çok nassları te'vil eder. Bu mesele, Ehl-i Sünnet'in red ve cerhettiği Mutezilenin beş ana prensibinden biridir. Hâricîlerin ki ise; siyâsî esasa dayanan, son derece kat bir iddia olup, mesnetsiz ve akl-ı selimden uzaktır.Bu müfsit görüşün karşısında "tefrid" sayılan diğer bir iddia ise, "Kerrâmiyye" adıyla anılanların şu görüşüdür: Şer'î imanın tek bir rüknü vardır. O da "tasdik-i kavlî" denilen "dil ile ikrar" dan ibarettir. Yani kalbiyle inandığı halde, bu inancını diliyle ikrar ve izhar etmezse, kimse, "mü'min değildir ama ölünce Cennete girebilir". Bu iddiaya göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, diliyle inanmış gözüken münafıkların da mü'min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları, Kur'an-ı Kerim'de açık olarak belirtilmiştir: "İnsanlardan öyleleri vardır ki; Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler; Halbuki onlar mü'min değillerdir" (el-Bakara, 2/8, bk. İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, Kitabu'l-İrşad. 396, Ali Arslan Aydın, a.g.e, 158-167 ve arada kaydedilen eserler ve aykırı görüşleri reddeden deliller).İcmali ve Tafsili İman: Ehl-i Sünnet'e göre -yukarda açıklanan- Şer'î iman iki surette teşekkül eder. İcmali veya tafsilî. Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliği ettiği dini esas ve ilâhî hükümlerin tamamına, tafsilat gözetmeden topluca inanmaya icmali iman denir. Bunun da en özlü ifadesi; "Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna" kesin olarak inanmaktır. Bu iman, "Kelime-i Tevhid" ve "Kelime-i şehadet" diye bilinen kesin "Lâ ilâhe illallah, Muhammedu'r-Resulullah" demek ve bunu kalb ile tasdik etmekle olur. Bu, Şer'i imanın ilk mertebesi ve İslâm binasına girmenin ilk şartıdır. Çünkü bu cümlede, İslâm'ın iki ana rüknü ile bir kimsenin iman etmesi zorunlu olan dini hakîkatların esası ve özü toplu olarak vardır. Zira Allah Tealâ'nın yegane hâlık ve tek mabud; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği bütün dinî esaslara ve ilâhî hükümlere topluca inanmak demektir. Ancak, bu dinî hükümlerin tamamını tek tek hemen öğrenemeden, hepsine birden topluca iman edildiği için, bu tür imana "İcmali iman" denmiştir. Akıl ve baliğ olan (akıllı ve erginlik cağına gelen) her şahsa, "icmali iman"a sahip olmak şart ve farz ise de; mümine yarasan imanın bu ilk kademesinde ve İslâm'ın ana kapısında kalmayıp, dinin diğer iman ve ibadet esaslarını, amelî ve ahlâkî hükümlerini -gücü ve takati nisbetinde- öğrenmesi ve bunlara ayrı ayrı tafsili olarak iman etmesidir.Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları: Tafsili imanın birinci derecesi şu üç büyük esasa inanmaktır: a) Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, yegane yaratıcı ve tek Ma'bûd olduğuna, b) Hz. Muhammed (s.a.s)'ın Allah'ın kulu ve son Peygamberi olduğuna, c) Ölümden sonra dirilmenin (ba'sü ba'de'l-mevt), ahiretin ve ahiret ahvâlinin (Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve oradaki diğer gerçeklerin) hak ve gerçek olduğuna yakınen inanmaktır.Tafsili imanın ikinci derecesi; "Âmentü'de ifadesini buları altı iman esasına; Allah'a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah'dan- O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetlerde belirtilmiştir (el-Bakara, 2/177, 285; en-Nisâ, 4/ 136). Hz. Ömer (r.a)'ın Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan" hakkındaki uzun hadisinde "Kaza ve Kadere iman" ayrıca zikredilmiştir. Bu hadis, -Sünen-i Ebû Dâvud hâriç- Kütübü Sitte'de mevcut olup, tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan bütün İslâm âlimlerince "Kaza ve Kadere İman", iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yeralmıştır.İman Esasları: (bk. "Allah'a iman," "Meleklere iman", "Kitaplara iman ", "Peygamberlere iman," "Ahirete iman" ve "Kaza-kadere iman" maddeleri).Tafsili imanın üçüncü ve en yüksek derecesi, Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah Teâlâ tarafından "Kitap" ve "Sünnet" ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir deyimle; Allah kelâmı olduğu tevâtür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an ayetleri ile Peygamberimizin sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, zina etmek, içki içmek, yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü emir ve yasakları, iman. amel ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili dinî hükümleri gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcip, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek, İslâm'da tafsili iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (fikhî amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasib olur. O halde tafsili imanın dereceleri, her müslümanın imkân ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her şahıs, sahip olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve sorumludur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılman iman, imanın ilk derecesi sayıları "İcmali iman"dır. Zira, İslâm dairesine ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm inançlarının ana unsurları olan iman esaslarını güç oranında öğrenmek, onlara tereddütsüz inanarak iman derecelerinde yükselmek her müslüman için gereklidir. Böyle olan kimseler, takvâ yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, olgunlaştırarak kemâle erdirmiş olurlar.İman ile Amel Arasındaki Münasebet:Yukarda verilen bilgilerden ve yapılan açıklamalardan anlaşıldığına göre; gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhuru (büyük çoğunluğu) nazarında "imanın hakikatı"; Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini (ulûhiyetini ve tevhidini), Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini ve Allah'dan getirip tebliğ ettiklerinde sadık olduğunu kalp ile tasdikten ibarettir. Birçok ayet ve sahih hadisler, bu hükme sarahaten delâlet etmektedir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, "iman" kelimesini daima insanların kalblerine isnat etmek suretinde ifade buyurmuştur:a. "İşte onlar o kimselerdir ki, (Allah) imanı kalblerine yazdı" (el-Mücadele, 58/22)b. "İman henüz kalblerinize yerleşmedi (hele bir yerleşsin)..." (el-Hucurât, 49/14).c. "... Kalbi iman ile (dolu ve) mutmain (müsterih) olduğu halde... " (en-Nahl, 16/106).Peygamberimiz (s.a.s) ise; "Lâ ilâhe illallah" demesine rağmen "kâfirdir" diye bir kimseyi öldüren Üsâme'ye; "Kelime-i Tevhid'i" söylediği halde, onu niçin öldürdün?" diye sormuş, "o bu sözü, kendisini ölümden kurtarmak için söyledi" cevabını alınca: "Onun kalbini yarıp ta (imanı var mı diye) baktın mı?" buyurmuşlardır (Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbn Hanbel, II, 4).Aynı âlimlere göre "dil ile ikrar"da, yukarda belirtildiği gibi, imanın hakikatından bir cüz, ondan bir rükün olmayıp, bir kimsenin müslüman olduğunu bilmek ve ona İslâm'ın dünyevi ahkâmını tatbik edebilmek için zarurî görülen bir şarttır.İslâmî hükümlerle amel etmek, yani inanılan dinî hükümleri bilfiil tatbik etmek ise; Ehl-i Sünnet imam ve âlimlerinin çoğunluğu nazarında, imanın hakikatına dahil değildir. Bu hususa yukarda kaydedilen delillerden başka şu muhkem ayetler açık ve kesin olarak delâlet etmektedir:a. "Ey iman edenler; sizin üzerinize oruç (tutmak) farz kılındı" (el-Bakara, 2/183). Bu ve benzeri ayetlerde (bk. el-Bakara, 2/153, 187; Âlu İmrân 3/59; el-Enfâl, 8/20, 27; en-Nûr, 24/21; el-Ahzâb, 33/70; el-Cum'a, 62/9). Önce "iman edenler" diye hitap edilmiş, sonra müminlerin yapmaları ve yapmamaları gereken emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde olumlu veya olumsuz olan amel, imanın hakikatından olmayan, ayrı ve başka bir şeydir.b. "İman eden ve iyi (salih) amel isleyen kimseleri Cennetimize koruz" (en-Nisâ, 9/57). Bu ve benzeri ayetlerde (el-Bakara, 2/227; Yunus 10/9; Hûd, 11/23; Lokman, 31/8; Fussilet 41/8; el-Buruç, 85/ 11; el-Beyyine, 98/7; el-Ankebut, 29/7, 9, 58; el-Fâtır, 35/7; eş-Şûrâ, 42/22) salih amel imana atfediliyor ki; arapça gramer kaidesince, ancak manası başka olan şeyler birbiri üzerine atfedilir. Yani âtıf işlemi, "ma'tû" ile "ma'tûfun aleyh"in başka başka manada olmasını gerektirir. O halde amel, imandan başka olup, ondan bir cüz değildir.c. "Kim mümin olarak, iyi ve güzel amel işlerse..." (Tâhâ, 20/ 112). Bu âyet-i kerîmede amelin makbul olması, imanlı olma şartına bağlanmıştır. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imandan) dahil olmayacağı, bilinen kural gereğidir. O halde iman ve amel. ayrı ayrı şeylerdir.d. "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle vuruşur, cenk yaparsa, aralarını bulup onları sulh ediniz..." (el-Hucurât, 49/9). Bu ayet-i kerimede; birbiriyle cenk yapan büyük günah sahipleri "mü'min" diye anıldığına göre; iman ile haram olan adam öldürme fiilinin dahi mümin bir şahısta birlikte bulunabileceği, dolayısıyla her cins amelin imandan ayrı ayrı ve ondan başka bir unsur olduğu gayet açık olarak bildirilmektedir.Bu ve benzeri ayet-i kerîmelerin sarahatına ilaveten, herbiri birer salih amel olan ibadetlerin Allah indinde makbul olabilmesi için, önce imanın (kalbdeki tasdikin) şart olduğunda, İslâm âlimleri arasında icma vardır. Bu bakımdan, kafirin yaptığı ibadetin bir değeri ve sevabı yoktur. Çünkü o, önce iman etmekle, sonra ibadet ve salih amelle mükelleftir. İnanmadan yapılan ibadetler, Allah katında makbul ve muteber değildir.Yukarda zikredilen delâleti katı dinî delillere ve ulemanın icmaına binaen; amelin, imanın hakîkatından ve aslından bir rükün olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. (Fazla bilgi için bk. Fıkh-ı Ekber, Aliyyu'l-Karî Şerhi, s. 80; Tefsîr-i Kebir, I, 249; Şerhu'l-Makâsıd, II, 187; Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 248).Her ne kadar imandan bir cüz ve rükün değil ise de, ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadette ve salih amel (iyi ve güzel işler), sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah Teâlâ'nın vadettiği ve Resulullah (s.a.s)'ın müjdelediği ebedî nimetleri ve rıza-i ilâhîyi kazandırır. O halde, kalbde bulunan iman nurunu parlatmak ve kuvvetlendirerek onu kemale erdirmek için Allah'a ibadet etmek, iyi ve salih ameller yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin de, dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, güzel ahlâk, insanlara faydalı olmak ve Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah Teâlâ'nın rızası ise, yalnız -bir kalp ve vicdan işi olan- iman ile değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, salih amellerle ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir. Esasen kalp ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, ameli ve hayatı bir kıymeti olamaz. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakîki iman, insanı harekete getiren, sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı, hayatta tatbik etmekle, yani; Allah'a ibadetle, Salih amel adıyla anıları iyi ve doğru işler yapmakla ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul değilse (ve nifâk alameti sayılırsa), amel ve ibadete sevketmeyen ve kalbde saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise, imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak; yani salih amel lâzımdır. İşte ancak bu gibiler, Allah'ın rızasına ve sonsuz saadete ererler. Bunun içindir ki; amel imanın hakikatine dahil değil ise de; kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda belirtildiği gibi- Selef uleması, hadisçiler ve bazı mezhep imamları, ameli imandan, yani kemâlinden saymışlardır. Bu görüş, doğru ve isabetli bir görüştür.>>>>>

Şamil İ.A.

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    4 ay önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    9 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    13 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    13 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    14 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    14 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    14 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    15 yıl önce

Tıkla