13 Eylül 2007 Perşembe

DAVETİ TAŞIMADA SEBAT GÖSTERMEK

"Daveti Taşıma" kavramı "davet" ve "taşıma" kelimelerinin bir arada kullanılmasından meydana gelmektedir. "Taşıma" yada "yüklenme" bir eylem, "davet" ise bir başka eylemdir. Davet, şer’î hükümlerin ve düşüncelerin bütünüdür, İslâm’ın tamamıdır. Taşımak ise tebliğ etmek demektir. Yani düşüncelerin ve şer’î hükümlerin insanlara tebliğ edilmesi demektir. Biz daha önceki konularda, daveti taşıma işleminin; Nebilerin, Rasüllerin ve onlara tabi olanların yaptıkları bir amel olduğunu, daveti taşımanın da çok yüce ve değerli bir amel olduğunu söylemiştik. Bir başka ifade ile daveti taşımak, farzların en büyüğüdür. Hatta, şer’î farzların tamamının ancak kendisiyle tamamlandığı bir farzdır.

Müslüman, farzları yerine getirmekle ve terk etmemekle emrolunmuştur. Müslüman, mutlak olarak farzları yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde günahkar olur. Farzları yerine getirmede sebat göstermek, şüphesiz bir şeydir. Daveti taşımak da böyledir. Daveti taşıma fiilinin, kendisi farz olduğu gibi bu fiilde sebat göstermek de vaciptir. Daveti taşımada sebat göstermenin vacip olduğunu söylediğimizde bu, sebatın her iki eylemin; taşıma ve davet eylemlerinin birlikte yerine getirilmesi anlamına geldiğini söylemek istiyoruz. Yani şer’î hükümler ve düşünceler bütünlüğünde bunlara sımsıkı sarılmak ve korunmasında sebat göstermek vaciptir. Çünkü bunlar haktır ve Allah katından gelmiştir. Bunların dışındakiler batıldır, Allah katından olmadığı gibi davet de İslâm da sayılmaz. Davet taşıyıcısı, şartlar ve durumlar neyi gerektirirse gerektirsin, ne kadar zorluklar bulunursa bulunsun düşünceler bütünlüğünü ve şer’î hükümleri tebliğde durmaması lazımdır. Aksi takdirde bu düşünceler bütünlüğünün ve şer’î hükümlerin tebliğ edilmesi terk edilmiş, Allah (cc) da kızdırılmış olur. Sebat göstermek, davette gerektiği gibi daveti taşırken de gereklidir. Bunlardan yalnızca birisine karşı sebat göstermesinden dolayı müslümana üstünlük yoktur. Daha doğrusu bunlardan yalnızca birisinde sebat gösteren müslümanda hayır yoktur. Her ikisine karşı sebat göstermeyen müslümana ise yazıklar olsun, çünkü onun akibeti cehennemdir ki o, ne kötü bir sonuçtur.

İslâm’ın ve davetin düşmanları, davette sebat gösterilmesini baltalamak için gösterdikleri uğraşın, çabanın aynısını, taşıma eylemini baltalamak için de göstermektedirler. Davette sebat göstermeyi baltalamak isteyenler; buna birtakım şeyleri yaftalayarak, küfür fikirlerini ve hükümlerini sokarak çalışmakta ve uğraşmaktadırlar. Örneğin küfür nizamı olmasına rağmen İslâm davetine ve İslâm’a demokrasiyi; küfür düşüncelerinden olmasına rağmen "hürriyetler" fikrini ve küfür hükmü olmasına rağmen "Sosyal Adalet" kavramını sokmaktalar ve böylece de müslümanları,; dinlerinde kargaşaya düşürmek, hak ile batıl, Allah katından olanlarla beşer tarafından olanlar arasında ayırım yapamaz hale getirmek istiyorlar. Böylelikle davet taşıyıcılarını, davetlerinde ifsad etmek, müslümanların ve davet taşıyıcılarının dinlerinde ve davetlerinde sebatlarını yok etmek istiyorlar. Bu özellik, ta işin başından bu yana İslâm düşmanlarının yapageldikleri işlerdendir.

"Güçleri yeterse dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler…" *

Bu nedenle davet taşıyıcılarının, davetlerinde sebat göstermeleri, İslâm’ın ve davetin düşmanlarının bu türden çabalarını reddetmeleri, boşa çıkartmaları, şer’î hükümlerin ve İslâmi fikirlerin tümüne sımsıkı sarılmaları, bunların dışındakileri kabul etmemeleri ve böylece de İslâmi düşüncelerin ve hükümlerin, olduğu gibi, tertemiz kalmasını sağlamaları gerekir. İdeolojide sebat göstermek, akideye sımsıkı sarılmak, bununla ilgili düşünceleri ve şer’î hükümleri muhafaza etmek, bunların dışındakileri olduğu gibi reddetmek, davetin ve İslâm’ın düşmanlarının çabalarını boşa çıkarır ve tuzaklarını tepelerine indirir.

Daveti taşımada sebat göstermeye gelince: Düşmanlar, davet taşıyıcılarını ve daveti taşımada sebat göstererek sürekliliği sağlayanları susturmak için; daveti taşıyanları tutuklamakta, hapishanelere doldurmakta, sopalarla kamçılarla dövmekte, rızıklarını keserek hatta boyunlarını kırarak savaşmakta, her fırsatta ve her yerde savaş ilan etmektedir. Daveti taşımakta kim fitneye düşerse, fitneye düşürülmüş olur. Kim de düşmanlarının talebine icabet ederek daveti terk edecek olursa; kaybetmiş, fitnecilerin, davete ve İslâm’a düşmanlık yapan alçakların isteklerini gerçekleştirmiş olur.

Allah Subhanehu, daveti taşımada sebat gösterilmemesine karşı bizleri şiddetle uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"(Ey muhammed!) Seni sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın." *

Bu ayette, Mekke kafirlerine yönelerek, onların isteklerinin bir kısmına olsun olumlu cevap vererek risaletle ile ilgili düşüncelerden ve hükümlerden diğer bir ifade ile davetten birazcık olsun yüz çevirecek veya fitneye düşecek olsaydı Rasulullah (sav)’ın hem dünya azabının hem de ahiret azabının kat kat artırılacağı yönünde şiddetli bir uyarı yer almaktadır. Aynı türden bir uyarı bir başka surede şöyle ifade edilmektedir:

"Eğer (Muhammed) bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık; sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız." *

Bu ayette de, Allah’ın dininde olmayan bir şeyi bu dine sokanları, Allah’ın söylemediği bir şeyi söylemiş gibi göstererek davetle oynayanları; Allah’ın zelil kılacağına, öldüreceğine ve bu hususta da hiç kimseden yardım alamayacaklarına dair şiddetli bir uyarı yer almaktadır. Her iki ayette de yer alan bu denli şiddetli uyarı, davet taşıyıcılarını hedef almaktadır. Davet taşıyıcıları, şartlar ve durumlar ne olursa olsun, ne kadar engeller bulunursa bulunsun, İslâm’a ve davete düşman olanların isteklerine icabet ederek onlara yönelecek olurlarsa, onlara yağcılık yaparlarsa; küfür fikirlerinin, hükümlerinin ve işaretlerinin sahteliğini, Allah’ın şeriatına muhalefetini ve onların Allah’ın dinine karşı inatlaşmalarını açıkça ortaya koyarak eleştirme farzını terk ederlerse; onların İslâm’a ve müslümanlara karşı hazırlamış oldukları planları ve tuzakları keşfetmeyi durdururlarsa; onların yaptıkları fiillere razı olurlar ve kabul ederlerse; onların zulümlerini ikrar ederler ve onları suçsuz sayarlarsa; İslâm düşüncelerinin ve hükümlerinin çağa uygun olmadığı ithamlarına sessiz kalırlarsa; onların isteklerine icabet ederek falan düşünce veya falan hüküm doğru değildir deyip onların iradelerine boyun eğerlerse; hem davetle ilgili bu düşünceler ve hükümler bütününü bırakmış, dolayısıyla da Allah’ın öfkesinin muhatabı olmuş, hem de fitneye düşmüş olurlar. Tek bir hüküm veya fikirde fitneye düşürülmeleri ile birden fazla hükümde veya fikirde fitneye düşürülmeleri arasında herhangi bir fark yoktur. Zira bunların hepsi, birer fitne ve fitneye düşürücü bir unsur olup, Allah korusun sahibinin dünyada ve ahirette kat kat azaba maruz kalmasını gerektirir.

İşte daveti taşıyan, tutuklanması halinde bu türden fitnelerle karşı karşıya olup düşmanlarından şu şeyleri duyacaktır:

1- İnandığı düşüncelerin ve hükümlerin birtakım şeylerle itham edilmesi, batıl yollarlarla çehresinin değiştirilmesi, güvenini sarsmak ve şüpheye düşürmek için yalanlanması, bozukluğu ve hür türlü ayıbı ortada iken, kendi düşüncelerinin ve fikirlerinin övülmesi ve İslâm’ın, bunlara büründürülmesi. Bütün bunlar, daveti taşıyanı dininde ve davetinde kargaşaya düşürmek ve davetten uzaklaştırmak için yapılacaktır. Öyleyse daveti taşıyan, bu türden fitnelerle karşılaşmaktan sakınmalı ve kendisini davası uğrunda feda etmeye hazırlamalıdır. Daveti taşıyan, davette sebat göstermez, akidesine sımsıkı sarılmaz, şer’î hükümlerin ve düşüncelerin temizliğini korumaya özen göstermez, bunların bir kısmından dahi olsa vazgeçmeyi veya olmayan bir şeyi ilave etmeyi kabul ederse; dünya ve ahiret azabından kat kat hafif olan, düşmanların bildikleri ve kullandıkları fiziki ve psikolojik işkencenin her türlüsü karşısında sapar, haktan uzaklaşır ve günaha düşer.

Mekke halkı, Rasulullah (sav)’i bir bütün olarak davetin tamamından veya bir kısmından uzaklaştırmaya çalıştıkları gibi, davetini taşımadaki sebatlılıktan vazgeçirmeye de çalışmışlar; bu uğurda yapabildikleri her türlü çabayı ortaya koymuşlar; mal, mülk, şeref ve makam önerilerinde bulunarak O'nunla pazarlıklar yapmışlardı. Bunların tamamı, daveti taşıyanları, ilahlarını kötülemekten, dinlerini ve akıllarını küçümsemekten vazgeçirebilecekleri ümidi ile her zaman ve her yerde, İslâm düşmanlarının kullandıkları silahlardandır. Fakat Rasulullah (sav) bunların bu türden isteklerinden şiddetle kaçınmış, daveti taşımada ve Rabbinin dinini insanlara tebliğ etmede sahip olduğu ideolojik tavrını korumuştur. Konu ile ilgili olarak İbni Hişam siyretinde Muhammed el-Kurazi'den şunları rivayet etmektedir:

"Utbe b. Rabia, Rasulullah (sav)'a yöneldi ve onun yanında oturdu ve şöyle dedi: Ey kardeşimin oğlu! Kabilemiz içinde bizim katımızda ne derece şerefli olduğunu, nesep yönüyle hangi mertebede olduğunu biliyorsun. Sen kavmine öyle büyük bir iş getirdin ki, onların topluluklarını dağıttın, onları hayal kırıklığına uğrattın, getirdiğinle onların ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, atalarını tekfir ettin. Beni iyi dinle! Sana bir takım önerilerim olacak, belki bunların bir kısmını kabul edersin. Rasulullah (sav) bunun üzerine ona:

- Söyle bakalım, ey Eba Velid seni dinliyorum, dedi. Ebu Velid dedi ki:

- Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen, getirmiş olduğun şeyle mal elde etmek istiyorsan, bizim en zenginimiz oluncaya kadar sana kendi mallarımızdan toplayalım. Eğer bununla şeref istiyorsan, bu işte sen herkesten üstün oluncaya kadar seni yüceltelim, eğer başımıza yönetici olmak istiyorsan seni başımıza yönetici yapalım. Eğer bu iş, bizim göremeyip de senin gördüğün bir cinniden kaynaklanıyorsa ve kendini de bundan koruyamıyorsan seni iyileştirmek için gerektiği kadar para harcayalım da senin için bir doktor çağıralım. Bazen cinler insanlara üstün geliyor ve bu nedenle de tedavi olmak gerekiyor. Ebu'l Velid konuşmasını henüz bitirmişti ki Rasulullah söze girerek ona: Sözünü bitirdin mi Ebu'l Velid?

- Evet.

- Öyleyse şimdi de beni iyi dinle, dedi ve Fussilet suresini okumaya başladı:

"Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla. Ha mim. Bu kitap, esirgeyen ve bağışlayan nezdinden indirilmiştir. Öyle bir kitaptır ki, bilen bir kavim için ayetleri uzun uzun açıklanmış Arapça bir Kur'an'dır. Müjdeci ve uyarıcı olarak. Ama onların çoğu yüz çevirmiştir. Onların çoğu işitmezler. Ve dediler ki, bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır…" *

Bu esnada Ebu'l Velid, elleri arkasında bekliyordu. Rasulullah (sav) okumasını secde ayetine kadar sürdürdü ve ardından da secde etti. Sonra da Ebu'l Velid'e dönerek:

- Okuduklarımı işittin. İşte sen ve işte onlar, dedi."

Yine siyrette Rasulullah (sav)’ın şu meşhur sözü yer almaktadır: "Allah'a yemin olsun ki, onlar; bu işten vazgeçmem için sağ elime güneşi sol elime de ay’ı verseler, Allah zafere kavuşturuncaya ya da ben bu uğurda helak oluncaya kadar ben bu davadan vazgeçmem."

Taberani'nin Misved b. Mervan yoluyla rivayet ettiği ve İbni Kesir'in de el-Bidaye ve'n Nihayesinde yer verdiği bir başka meşhur ifade de şudur:

"Kureyş ne zannediyor. Allah'a yemin olsun ki, Allah beni muzaffer kılıncaya ya da bu baş bu vücuttan ayrılıncaya kadar gönderildiğim şey uğrunda cihad etmeye devam edeceğim."

İşte daveti taşıyan, davetten vazgeçmesi, daveti taşımayı terk etmesi için sürekli olarak bu türden karşı koymalarla, tepkilerle yüz yüze gelecektir. Bazen ona büyük miktarlarda parasal yardımlar, bazen yüksek makam ve mevkiler teklif edilir. Eğer bunda başarılı olamazlarsa ve daveti taşıyan, daveti taşımadaki sebatlılığını sürdürürse, bu defa da vücuduna işkence yapmaya yeltenirler; fiziksel ve psikolojik yöntemleri ve teknikleri kullanarak, üzerinde işkencenin her türlüsünü uygularlar; yıllarca hapishanelerde tutarlar. Bu durumda kim zayıf olursa, Allah’ın azabına ve öfkesine aldırmadan onların isteklerine icabet eder. Kim de sebat ederse, kurtulur ve başarır; Allah katında yüksek derecelere nail olur.

Davette sebat göstermek, yani daveti taşıyanın, taşımakla ve insanları davet etmekle yükümlü olduğu şer’î hükümlerin ve düşüncelerin tümünde sebat göstermesi, yerine getirilmesi farz olan büyük bir iştir ve bunun için daveti taşıyanın var olan gücünü tamamıyla harcaması gereklidir. Şer’î hükmün veya düşüncelerin dışında tek bir hükmün veya düşüncenin bile taşınması kesinlikle caiz değildir. Her ne kadar yöneticilerin isteklerine göre hareket eden bir takım alimler ya da fakihler, kafirler ve onların uşaklarının koymuş oldukları yöntemlere göre hükümleri inceleyerek müslümanları sahih bir İslâmi anlayıştan ve hak dinlerinden uzaklaştırmak için Şer’î hükümleri veya düşünceleri, İslâm’ın ve davetin düşmanlarını sevindirecek olan Allah’ın şeriatından olmayan batıl ve bozuk düşünceler ve hükümlerle ilişkilendirseler de böyle davranmak kesinlikle doğru değildir. Zor ya da ağır da olsa, lügatlarında bulunan her türlü pisliği, suçlamayı ve karalamayı atmaya kalkışsalar da zafer, hak üzere sebat göstermekle gerçekleşir. Hele hele türlü iletişim araçları ile insanların akıllarının çelindiği, batılın hak olarak gösterildiği ve fesadın kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu günümüzde hakka tabi olmak elbette ki en doğru olan harekettir.

Rasulullah (sav) hem davette hem de davetin taşınmasında sebat gösterdiği gibi, sahabeler de -Allah onların hepsinden razı olsun- sebat göstermişlerdir. Bununla ilgili sayılamayacak kadar çok sayıda meşhur örnekler vardır. Bilal'in Mekke'nin kızgın çöllerinde işkence görürken hak üzere sebat göstermesi, Ammar’ın anne ve babasının gördükleri işkence karşısında sabretmeleri, bu örneklerden yalnızca bir kaçını oluşturmaktadır. Günümüzün davet taşıyıcıları da, Rasulullah'ın ashabına muhalefet etmeden daveti taşımaları, onları hatırlamaları ve onların hayatlarına dönmeleri, hak üzere sebat göstererek ve Allah’ın zaferi gelinceye kadar da buna devam ederek tarihlerini yenilemeleri gerekir.

BELALARA KARŞI SABIRLI OLMAK

Hiç bir kavim, ümmet veya halk yoktur ki; inandığı bir inancı, taşıdığı düşünceleri, işlerini düzenledikleri sistemleri olmasın. Kendileri, bu inançlara, düşüncelere ve hükümlere razı olmuşlar ve zaman içerisinde bütünleşmişler ve bunları savunmaya hazır hale gelmişlerdir. Çünkü artık bunlar onların hayatlarının bir parçası haline gelmiştir. Bu durum milletlere, kavimlere ve halklara göre değişmeyen, Allah’ın, yaratıkları hakkındaki sünnetidir. Bu nedenledir ki bizler tarihte Nebilerin ve Rasüllerin gönderildikleri kavimlerin sahip olduklarının aksine yepyeni inançlarla, düşüncelerle ve hükümlerle geldiklerini ve bu nedenle de reddedildiklerini, yüz çevrildiklerini, yalanlandıklarını, eziyetlerle karşılaştıklarını; kabullendikleri ve bütünleştikleri inançlarını, düşüncelerini ve hükümlerini savunmak için savunmaya geçtiklerini görmekteyiz. Allah’ın Kitabındaki birçok ayette, Nebilerin veya Rasüllerin bu uğurda eziyetin ve işkencenin her türlüsü ile yüz yüze geldikleri anlatılmaktadır.

"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi." *

"Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı." *

Peygamberlere tabi olup da onların ardından daveti yüklenenlerin durumu da böyledir. Onların da işkencelere ve eziyetlere maruz kalmaları kaçınılmazdır. Buna örnek olarak şu âyetleri vermemiz yeterlidir:

"... Ateşle dolu hendeğe atılanlar (yakılarak) öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı." *

Habbab b. el-Eret’ten gelen hadis ise şöyledir:

"Kabenin gölgesinde hırkasına bürünmüş bir halde yatmakta olan Allah Rasülü (sav)’e şikayette bulunduk ve dedik ki: Bizim için yardım istemez misin, bizim için Allah’a dua etmez misin? Dedi ki: Sizden önce birtakım kimseler açılan kuyulara konulurlar, testerelerle kafalarından ikiye bölünürlerdi de yine imanlarından vazgeçmezlerdi. Demir taraklarla kemiklerine ve sinirlerine varıncaya kadar taranırlardı da yine imanlarından dönmezlerdi. Allah’a yemin olsun ki bu iş elbette tamamlanacaktır. Öyle ki bineği olan bir kimse Sana’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka hiçbir kimseden -koyunu olan (çoban)’ın kurttan korkması dışında- korkmadan yolculuk yapabilecektir. Ancak siz acele ediyorsunuz." *

Rasulullah (sav) ve sahabeler, Kureyş’in ve diğer Arap kabilelerinden meşhur olanlarının işkencelerine uğramışlar. Buna İbni Kesir’in el-Bidaye ve’n Nihaye’sinde anlatılan şu olayı örnek olarak buraya almamız yeterlidir. Buhari dedi ki: Bize Ayyaş b. el-Velid anlattı…:

"Bana Urve b. ez-Zübeyr anlattı. Müşriklerin Rasulullah (sav)’a yaptıkları işkencelerin en şiddetlisinin hangisi olduğunu As oğluna sorduğumda bana şöyle dedi: Ukbe b. Ebu Muayt Ka’be’nin köşesinde namaz kılmakta olan Rasulullah (sav)’le karşılaşınca elbisesi ile boğazını şiddetli bir şekilde sıkmaya başladı. Bu durumu gören Ebu Bekir hemen yardıma koşarak Ukbe b. Ebu Muaytın omuzundan tutup Rasulullah (sav)’dan uzaklaştırdı ve şöyle dedi: Rabbinizden size apaçık beyyinelerle geldiği halde 'Rabbim Allah’tır' diyen bir adamı nasıl öldürürsünüz? dedi ve ilgili ayeti okudu." *

Yine el-Bidaye ve’n Nihaye’de yer alan bir başka olay ise şöyledir: "Aişe (r. anha) anlatıyor: Rasulullah (sav) ve arkadaşları oturmuşlardı -o zaman otuz sekiz kişi idiler- Ebu Bekir açığa çıkılması için Rasulullah (sav)’a yalvardı ve müslümanlar mescidin etrafına dağıldılar. Herkesin bir aşireti vardı. Ebu Bekir ayağa kalkarak insanlara karşı bir konuşma yaptı, Rasulullah (sav) oturuyordu. Ebu Bekir insanları Allah’a ve Rasülüne çağıran ve bu konuda bir konuşma yapan insanların ilkiydi. Bu konuşma üzerine müşrikler Ebu Bekir’e ve diğer müslümanlara saldırmaya başladılar, mescidin çevresinde bulunanları şiddetli bir şekilde dövdüler. Ebu Bekir’i de çok şiddetli bir şekilde dövdüler. Ukbe b. Rabia Ebu Bekir’e yaklaşarak ayağındaki altı çivili ayakkabılarıyla yüzüne vurmaya ve parçalamayı başladı. Yüzü gözü tanınmayacak hale gelinceye kadar. Ebu Bekir’in karnı üzerinde tepindi. Teym oğulları gelerek müşrikleri Ebu Bekir’den uzaklaştırdılar ve onu bir beze koyarak evine götürdüler. Teym oğulları öldüğünden şüphe etmiyorlardı."

Ancak Nebiler, Rasüller ve onların ardından gelen tabileri sadece daveti taşımak, şeriatları ve hükümlerini tebliğ etmekle kalmıyorlar; aynı zamanda Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye kadar karşılaştıkları güçlüklere sabrediyorlardı. Karşı karşıya kaldığı işkenceler, yalanlanmalar, alaya alınmalar nedeniyle yüklendiği emaneti taşımaktan vazgeçen, daveti taşıma görevini terk eden tek bir tane dahi Nebi, Rasül ya da Nebiye ve Rasüle tabi olan kimsenin var olduğu bilinmemektedir. Sünnetullah; halkların, milletlerin ve kavimlerin inançlarını, düşüncelerini, hükümlerini savunmalarını gerektirmektedir. Yine sünnetullah, Nebilerin, Rasüllerin ve onlara tabi olan davet taşıyıcılarının; Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye, onlara yardımını/zaferi indirinceye kadar her türlü zorluğa ve işkenceye sabretmelerini gerektirmektedir.

"Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur." *

Gerçekten de bu ayet söylediğimiz sözlere açıkça delalet etmektedir.

İşkence karşısında sabırlı olmak, asırlar boyunca gelip geçen peygamberler veya onlara tabi olan davet taşıyıcıları arasında herhangi bir farkı olmayan bir sünnettir. Tek bir defa dahi, herhangi bir Nebinin veya Rasülün veya Rasüle ve Nebiye tabi olanların tamamının; karşılaştıkları işkenceler ve baskılar nedeniyle daveti taşıma işini terk ettiklerine ve kavimlerinin isteklerine tabi olduklarına rastlanmamıştır. Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı, sünnetullahın ortadan kaldırılması ve Allah’ın kelimelerinin (kanunlarının) değiştirilmesi söz konusu olurdu.

Bu nedenle daveti taşıyanın, daveti taşımaya başladığı ilk andan itibaren kavmi veya halkı ile çatışma içerisinde olacağını, işkencelere ve eziyetlere maruz kalacağını bilmesi gereklidir. Eğer fiilen işkencelerle ve eziyetlerle karşılaşmışsa, bunlara sabırla katlanmalıdır. Çünkü nefsini bunlara hazırlıyor demektir. Yoksa daveti taşımada sadık bir kimse ve davetin gerektirdikleri hususunda da alim sayılmaz. Başladığı işi tamamlayamadan tökezler ve sadakatinden eser kalmaz. Bu durum da, değişmesi söz konusu olmayan bir sünnetullahtır. Bu hususta Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz." *

"Sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik." *

"Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." *

İnsanların, potasında erimiş oldukları inançlara, fikirlere ve hükümlere çatılması; bunların yepyeni inançlar, fikirler ve hükümlerle değiştirilmeye çalışılması; işkencelerle, eziyetlerle karşılaşmak anlamına gelip, bunlara karşı sabırla dayanması ve direnmesi, alemlerin Rabbinden zaferin ve kurtuluşun gelmesini beklemesi gerekir. Daveti taşıyanın önem vermesi gereken hususların özü budur. Kim daveti taşıyorsa, bu esasa göre taşımalıdır, her adımında kendini buna hazırlamalıdır. Her an yüz yüze gelebileceği bu eziyetlere ve işkencelere karşı, sürekli olarak güvende olmayı arzulaması, işkenceden veya eziyetten hep uzak olmayı ya da daha yolun başında iken zafere ulaşmayı beklemesi doğru değildir.

Daveti taşıma görevi, insanın yaptığı işlerin en onurlu olanı, derecelere ve makamlara ulaşmanın, iyiliklerin semerelerini toplamanın kaynağıdır. Bunu arzulayan kimsenin, kolay bir çalışma ve basit bir gayretle elde etmeyi, eman ve emniyet içerisinde olmayı istemesi doğru değildir. Daveti taşıma işini, avurtlarını şişirerek yapmacık konuşmalar yapmak, sonra da sopayı gördüğünde veya tehditler işittiğinde hemen gerisin geriye dönmek ve daveti taşımaktan vazgeçmek, vakit geçirecek, beceri gösterecek bir oyun ve eğlence zannetmek de tabi ki doğru değildir.

Daveti taşıma esnasında, belalar ve işkence kaçınılmaz bir olaydır. Böylesi bir durumda sabırlı olmak ve bütün bunlara tahammül etmek de daveti taşıyan için kaçınılmaz olan bir husustur. Daveti taşıyan, ne kadar ihlaslı olursa, ne kadar aktif ve canlı olursa; üzerindeki belalar ve işkenceler de o kadar şiddetlenir, sabırlı olmaya ve sıkıntılara dayanmaya olan ihtiyacı daha da artar. Rasuller ve Nebiler birinci olarak; muhlis, sadık ve aktif olarak daveti yüklenenler ikinci olarak ve sonra da diğer müslümanlar, ihlasları ve samimiyetleri oranında belaların, sıkıntıların, sabrın ve tahammülün zirvesinde yer alırlar. Sa’d b. Ebu Vakkas’tan:

"Dedim ki: Ey Allah’ın Rasülü, insanlardan başına en çok bela ve musibet gelen kimlerdir? Dedi ki: Peygamberler, sonra salihler, sonra da derece olarak bunlara yakın olanlar. Bir adam dinindeki derecesine göre belalara maruz kalır. Dininin emirlerini korumada ciddiyete ve dayanıklılığa sahip ise, daha şiddetli belalarla karşılaşır. Eğer dininde ciddiyet sahibi ve dayanıklı değilse, daha hafif belalarla karşılaşır. Ve bela, kulu yeryüzünde görünmeyi bırakıncaya kadar başından ayrılmaz." *

"Salihler, sıkıntılara ve zorluklara karşı dayanıklıdırlar. Bir dikenin batması veya daha fazlasıyla sıkıntı çeken bir mümin yoktur ki; çektiği sıkıntı nedeniyle hataları affedilmesin veya derecesi yükseltilmesin." *

Bu nedenledir ki her müslümanın, özelde ise davet taşıyıcısının kendisine bakması ve şiddetli bir bela ile karşılaştığı zaman Allah’a hamd etmesi gerekir. Eğer herhangi bir bela ile karşılaşmamışsa ve karşılaştığı belanın şiddeti hafif ise, dininde zayıf olduğunu bilmesi, dolayısıyla yapması gereken görevleri yerine getirme hususunda daha dikkatli davranarak, itaatlerini (nafileler ve diğerlerini) daha da artırarak ve seyrini değiştirerek kendisini kuvvetlendirmesi gereklidir. Birtakım geçersiz ve basit bahanelerle kendisini aldatmaya çalışmamalıdır. Zira böyle yapmasıyla, kıyamet günü mizanı ağır basmaz, bilakis hafifler ve sevabı azalır. Çünkü bahaneler ve teviller, hakka sımsıkı sarılmaya, hak üzere sebat göstermeye engel olduğundan, kişiyi asi ve günahkar yapar.

Belalar ve işkenceler, her ne kadar insan nefsine hoş gelmese de hayırla nimetlendirmesi ve onurlandırması nedeniyle Allah Subhanehu bunları, sevdiği salih kullarına indirir. Allah katındaki derecesi düşük olan kimse, belalara ve işkenceye karşı sabrederek derecesini yükseltmeye çalışmalıdır. Kimin de günahları çok ise, belalara ve eziyetlere karşı sabretmekle günahları düşürülür. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin hayrınızadır ve yine ihtimal ki hoşlandığınız şey de sizin kötülüğünüzedir." *

Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah, kuluna ameliyle ulaşması zor bir makam takdir eder de bu makama ulaşıncaya kadar, kulunu hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder ve belalara maruz bırakır." *

Yine Ebu Hüreyre’den. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Mü’min bir erkeğe ve kadına devamlı surette canı, malı ve çocukları ile ilgili belalar gelir ki (varsa günahları) affedilip bir suçu olmadan Allah’a kavuşsun." *

Belanın bizzat kendisi bir şerdir. Azap, işkence de böyledir. Her ikisi de davet taşıyıcısının karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu işlerdendir. Bu nedenledir ki alemlerin Rabbi, bunlara karşı daveti taşıyanın sabırla donanmasını emretmektedir. Kim Rabbinin emrine bağlanır, belalara karşı sabırlı, işkence ve eziyetlere karşı da dayanıklı olursa; şerri hayra, eziyeti nimete ve üstünlüğe döndürmüş olur. Sabır hayrın en büyük kapılarından birisidir. Öyleyse, müslümanın sabrı görmemezlikten gelmesi, dikkate almaması, uzaklaşması ve ardına atması caiz değildir. Aksi takdirde hayırdan çok şey kaybetmiş olur. Ebu Saîd’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Bir kimse, sabretmek isterse Allah ona sabır verir. Bir kimse iffetli olmak isterse Allah onu iffetli yapar. Kim, zenginlik isterse Allah onu zengin kılar. Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir."

Allah Subhanehu, kullarından sevdiği kimseleri sürekli olarak belalarla karşı karşıya getirdiği gibi, bunlara dayanıklı olabilmesi için kuluna sabır da verir. Bunların her ikisi birden -bela ve sabır- ihlaslı, salih ve mümin kimseler nezdinde birbirinden ayrılması mümkün olmayan işlerdendir. Aynı zamanda, dini ile ilgili hususlarda belalarla karşılaşmayan kimse, zayıflığından veya sabredemeyecek olmasından dolayı bunlardan uzak tutulmaktadır. Bunların her ikisi de bir diğerine, diğerinin varlığına işaret eder. Her ikisi de sabır ve metanet sahibi olan kimsenin Rabbi katında ne kadar üstün konumda olduğunu gösterir. Abdullah ibni Abbas’tan: Nebi (sav) şöyle buyurdu: "Kıyamet günü şehit getirilir ve ona payı (mükafatı) verilir. Bol bol sadaka veren kimse de getirilir ve ona da mükafatı verilir. Sonra dini uğrunda sürekli olarak belalarla karşılaşan kimse getirilir, fakat onun için mizan kurulmadan, divan açılmadan üzerinden bol bol mükafat boşaltılır. Hatta mükafatlarını almış olanlar, onun yerinde olmak için, Allah’ın onlara verdiği sevaba karşılık olarak, vücutlarını ortaya koyarlar (borç verirler)." *

Aziz ve Kerim olan Allah'ın buyurduğu üzere:

"Şüphesiz ki, sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." *

İşte müslümanın, bu hususları dikkate alarak davet taşıması, ayaklarını sağlam olarak yere basması, attığı adımın hiçbirisinden gafil olmaması lazımdır. Çünkü daveti taşıyan; tuzaklarla, çukurlarla dolu bir tarlada yürümektedir. Sabır ve tahammül aracına sahip olmaksızın buraları katetmesi, aşması mümkün değildir. Zira sabır ve tahammül her türlü belaya galip gelir; her türlü işkenceye, eziyete dayanmayı, hoşlanılmayan her şeye karşı direnmeyi sağlar. Bu nedenledir ki Allah’ın Kitabında, yaklaşık olarak yüz kadar yerde sabırdan bahsedilmektedir. Eğer önemi ve üstünlüğü olmasaydı bahsedilir miydi?

Buraya kadar söylediklerimize ilave olarak, kime bir musibet isabet ederse ve dünyada da onu hayra çevirmek isterse; Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği şu hadiste anlatıldığı gibi yapsın: Ümmü Seleme der ki: Rasulullah (sav)’i şöyle söylerken işittim:

"Kendisine bir musibet gelen bir müslüman: Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz. Allah'ım bana bu musibetim için ecir ver ve bana bunun arkasından daha hayırlısını ver derse; musibetinden dolayı Allah, ona ecrini ve mutlaka daha hayırlısını verir." *

Daveti taşıyan, davete düşman olanlar tarafından kendisine yöneltilen herhangi bir işkence ve zulüm ile karşılaştığı zaman; Rasulullah (sav)’in, davet için gittiğinde Taiflilerden gördüğü işkence karşısında Allah’a dua ettiği gibi dua ederek, kendisine Allah Rasülü (sav)’i örnek almalıdır. Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’den: Rasulullah (sav) şöyle dua etti:

"Ey Rabbim! Güçsüzlükten ve halk tarafından hor ve hakir görülmekten dolayı Sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların Rabbısın ve benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Beni, bana asık suratlı bakan yabancıya mı, yoksa her işimi eline verdiğin düşmana mı bırakıyorsun? Eğer Sen bana dargın değilsen başka hiçbir şey benim için önemli değildir. Ancak Senin afiyetin bana her şeyden üstündür. Senin gazabının üzerime inmesinden, karanlıkları yırtıp nura çeviren ve bütün dünya ve ahiret işleri kendisiyle salah bulan rıza ve merhametine sığınıyorum. Zira rıza ve hoşnutluk ancak Senindir. Beni affet, yegane kudret kaynağı ancak Sensin." *

DAVAYI TAŞIMADA İHLASLI OLMAK

İçerisinde insanın da bulunduğu bu kâinatın tamamı, Allah’ın yaratığıdır; kâinatın ve insanın tek yaratıcısı Allah’tır. Alimler ve akıl sahibi kimseler nezdinde, bu bir hakikattır. Bu aynı zamanda müminin imanıdır. İnsan, Allah’ın yaratığıdır ve Allah (cc) tek yaratıcıdır. İnsanın ruhunu, bedenini, içgüdülerini, organik ihtiyaçlarını ve yaratılıştan gelen niteliklerini Allah (cc) yaratmıştır. İnsanın kendisine verilen nimetlere şükretmesi, sahip olduğu üstünlüklerden dolayı hamd etmesi yaratılışında var olan sıfatların bir gereğidir. Aksi takdirde insan, kendisine sunulan güzellikleri ve nimetleri bile bile inkar ederdi. Nerede bulunursa bulunsun bu fıtrî sıfatlar, her insanda bulunmaktadır. Bir kimse sana bir iyilikte bulunursa veya sana bir şey vererek seni sevdiğini gösterirse; hiç düşünmeden ve tereddüt göstermeden hemen teşekkür edersin, memnuniyetini dile getirirsin. Çünkü bu özellik, senin asli sıfatlarındandır, yaratılışında vardır. Bu fıtrî sıfat nedeniyle sana iyilikte bulunmayan veya senden üstün olmayan kimseye teşekkür etmezsin, onu övmezsin. Sana hediye veren kimseye teşekkür eder, sana iyilikte bulunan kimseyi de översin. Sana hediye vermeyene veya bir iyilikte bulunmayan kimseye teşekkür etmen veya onu övmen beklenilen ve makbul bir durum değildir. Aynı şekilde, sana hediye veren veya sana bir iyilikte bulunan kimseye değilde bir başkasına teşekkür etmen veya övmen de beklenilen ve makbul olan bir davranış değildir. Çünkü bu türden bir davranış, insanın yaratılışına aykırıdır, akılsızlıktır.

Allah (cc), insanı bu özellik üzere yaratmıştır ve bu sıfat insanın ayrılmaz temel bir parçasıdır. Allah (cc), insanı nimetlendiren ve lütufta bulunan bir yaratıcıdır. Bizi, yoktan yaratmakla ve sayılamayacak kadar çok sayıdaki niteliklerle lütufta bulunarak nimetlendirmiştir. Bunların tamamında hiçbir kimse, O’na ortak olamaz. Yaratılışımızda var olan bu özellik bizi, Allah’a hamd etmeye ve bu hususta bir başkasını O’na ortak kılmamaya götürür ve böyle yapmamızı da gerektirir. Bu anlam, dinin aslında bulunmaktadır. Allah’ın indirdiği şeriatların tümünün başlıca gayesi de budur. Allah nimet veren ve lütufta bulunan bir yaratıcıdır. İnsan ise nimetlendirilen ve lütuflandırılandır. Öyleyse yalnızca Allah’a şükretmek ve hamd etmek, insanın üzerine düşen bir görevdir. Bu anlam Allah (cc)’ın şu ayetinde de yer almaktadır:

"(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf (muvahhid) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O insanları bu (fıtrat) üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler." *

Dosdoğru din, Allah’ın insanları yarattığı değişmeyen fıtrata uygun olan dindir. Bu fıtrat şükürde, hamd etmede ve kullukta yalnızca Allah (cc)’a yönelmek demektir. Biz, insanın fıtrat dini olduğunu söylüyoruz. Bu ayet ise fıtrat dininin aslını açıklamaktadır. Yani Allah’tan başkasına yönelmeksizin kullukta, yalnızca Allah’a yönelmektir. Herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmadan bir’lemektir. Bu anlam bir başka ayette de ifade edilmektedir:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." *

Aynı anlamı biz cümlesinde görmekteyiz ki bunun anlamı, Allah’tan başka mabud/kulluk yapılacak varlık yoktur, demektir.

Bu anlam dikkate alındığı zaman şirkin, ne kadar çirkin bir husus olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. Çünkü şirk, bu fıtratın dışına çıkmak, dinin aslı ile çatışan bir durumda olmak demektir. Şirk, şükretme, hamd etme ve kullukta tek yaratıcı olanın, insanı nimetlendiren ve lütuflandıranın dışındaki başka yerlere ve şeylere yönelmek demektir. Yaratıcıya şükretmeyi, hamd etmeyi ve kulluğu tamamıyla terk etmek demektir. Müşrikler yüzlerini, kendilerinden istenilen yerin dışında başka yönlere çeviren kimselerdir. Oysa dinin aslı, kulluğun yalnızca bunu hak edene has kılınmasını gerektirmektedir. Bu nedenledir ki müşrik: "Fıtratını bozan, fıtratı ile çelişen bir halde bulunan ve yönelişini saptıran kimsedir" dememiz doğrudur. Dolayısıyla onlar, şu şiddetli tehdide müstehak olmaktadırlar.

"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar." *

Bu anlam, aynı zamanda Ebu Hüreyre’den rivayet edilen şu hadisi okurken dikkate almamız gereken bir anlamdır.

"Doğan her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra annesi veya babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Nasıl ki bir hayvan doğurduğu zaman organları tam olarak doğurur, sen onlarda burun, kulak veya herhangi bir uzuv eksikliği hisseder misin?" Bu hadisi rivayet ettikten sonra Ebu Hüreyre diyor ki; İsterseniz şu ayeti okuyun: "Allah’ın fıtratına, insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur." *

Allah (cc) insanı belli bir fıtrata, dosdoğru dine veya hanif dinine, kulluğun yalnızca Allah (cc)’a has kılınması esasına göre yaratmıştır. Yahudiler, hıristiyanlar ve mecusiler, çocuklarının fıtratlarını değiştirmekte ve onları Allah’tan başkasına kulluk eden, yönelen veya aynı anda hem Allah’a hem de başkasına yönelen kimseler haline getirmektedirler ve böylece yalnızca Allah’a kulluk edilmesini emreden ilahi emre aykırı hareket etmektedirler. Kullukta bulunulmaya uygun olan tek varlıktır Allah (cc). Çünkü O, yaratmış, nimet vermiş ve lütufta bulunmuştur. Yaratılışa uygun olan İslâm’la nimetlendirdiği için, elbette ki Allah’a hamd etmek gereklidir. Bu yöneliş, yüce yaratıcıya şükretmekle, hamd ve kullukla olur. Öyleyse her müslüman bu gerçeği idrak etmeli ve bu akideye inanmalıdır. Buna sımsıkı sarılmalı, Rabbine kullukta bulunurken, O'na başkasını ortak kılmaktan ve yönelmekten ısrarla sakınmalıdır. Çünkü Allah’tan başkasına yönelmek ve kullukta bulunmak şirktir, zulümdür, dalalettir, akibeti ise cehennemde sonsuza dek kalmaktır. Bu nedenle kullukta ve yönelişte bizi onurlandıran, sayısız nimetlerle nimetlendiren, tek yaratıcı olan Allah’a kulluk etmeye ve yönelmeye aşırı derecede hırs ve özen gösterilmelidir.

Allah (cc), indirdiği her dini fıtrata uygun olarak indirmiştir. Allah, Nebisi Mûsa’ya indirdiği dini, fıtrata göre indirmiştir. Allah, Nebisi İsa’ya indirdiği dini de fıtrata göre indirmiştir. Fakat daha sonra gelen bu dinlerin mensupları Tevrat’ı ve İncil’i tahrif etmişler, kendilerine inen dosdoğru dini ve fıtratı bozmuşlar, Üzeyr’i ve Mesih’i Allah olarak kabul etmişler ve böylece şirke düşmüşlerdir. İşte böylesi bir ortamda Allah (cc), insanları dosdoğru dine ve yaratmış olduğu fıtrata -her konuda Allah’ı birlemeye ve kulluğu Allah’a has kılmaya- döndürmesi için Muhammed (sav)’i İslâm dini ile göndermiştir. Ta ki müslümanlar kendilerinden öncekilerin düştükleri gibi şirke düşmesinler. Bu nedenledir ki Allah (cc) indirdiği Kitabın tahrife karşı korunacağına kefil olmuştur.

"Zikri (Risaleti), kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız." *

Bu ayete ilave olarak gelen diğer naslar, benzerlerinin dışında şirki şiddetle kınamışlar, yerden yere vurmuşlardır. Kullukta ihlas ve Allah (cc)’ı birleme üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu naslardan bazıları şunlardır:

1- "De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na çevirin ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz." *

2- "De ki: Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu. De ki: Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım. De ki: Ben dinimde ihlas ile ancak Allah'a kulluk ederim." *

3- "De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkar edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir." *

4- Abdullah b. Mes’ut’tan:

"Rasulullah’a Allah katında hangi günahın daha büyük olduğunu sordum. Dedi ki: Seni yarattığı halde Allah’a ortak koşmandır." *

5- Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Allah Tebareke ve Teâla şöyle dedi: Ben her çeşit şirkten müstağniyim. Her kim içerisinde Benden başkasının, Bana ortak koşulduğu bir işi yaparsa; Ben onu da ortak kıldığını da terk ederim." *

Tirmizi’nin rivayetinde ise şu lafız bulunmaktadır:

"Kim Benim için bir iş yapar fakat başkasını Bana ortak ederse, Ben ondan uzak olurum ve yaptığı işi Bana değil, ortak ettiği kimseye yapmış olur."

6- Muaz b. Cebel’den: Nebi (sav) şöyle buyurdu:

"Ey Muaz! Allah’ın kullar üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Muaz: Allah ve Rasülü daha iyi bilir. Rasulullah (sav): Allah’a kulluk etmen ve hiçbir şeyi ortak koşmamandır. Onların Allah üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor musun? Muaz: Allah ve Rasülü daha iyi bilir. Rasulullah (sav): Onlara azap etmemesidir." *

Şirk, ihlasın karşıtıdır. Müslüman açık veya gizli, küçük veya büyük şirkin her türlüsünden kurtulabilmek için yaptığı her işi ve söylediği her sözü ihlasla yapmalı ve söylemelidir. İhlas, şirki kovar ve sahibini şirkten korur. İhlas olmadığında ise kişi şirke düşer. Müslüman bir kimse, özellikle de davet taşıyıcısı şirkten kurtulabilmek için gücü yettiğince ihlaslı olmalı ve ihlasa sımsıkı sarılmalıdır. Yaptığı her işi ve söylediği her sözü, ihlaslı olarak yerine getirmelidir. Zira ihlasla felaha erer ve kurtulur.

Ebu Zerr’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Kalbini yalnızca imana tahsis eden, kalbi selim ve dili sadık olan (doğru konuşan, yalan konuşmayan), nefsi mutmain olan, güzel huylu olan, kulakları (haramlardan uzak) ve gözleri (harama bakmayan) sağlam olan kimse kurtulmuştur." *

Cübeyr b. Mutim’den: Rasulullah (sav) şöyle dedi:

"Müminin kalbi üç şeyden uzak olamaz: İhlasla yapılan bir amel, emir sahiplerine nasihat etmek ve cemaata katılmak. Onların çağrıları arkalarından olur." *

Ebu Hüreyre’den:

"Allah’ın Rasülüne: Kıyamet günü senin şefaatınla en fazla mutlu olacak kimdir? diye sorduğumda şöyle dedi: Ey Eba Hüreyre; senin hadise olan düşkünlüğünü bildiğimden bu sözü senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü şefaatımla en fazla mutlu olan kimse kalbiyle, ihlasla ve bütün samimiyetiyle 'La ilale illallah' diyen kimsedir." *

Ahmed b. Hanbel ise şu lafızla rivayet etmektedir:

"Allah’tan başka ilah olmadığına tüm samimiyeti ile şehadet eden, dilinin söylediğini kalbiyle de tasdik eden kimsedir." *

Yakup b. Asım Rasulullah (sav)’ın ashabından iki kişinin Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu işittiklerini rivayet ediyor:

"Bir kul ihlasla, candan ve dilinin söylediğini de kalbiyle tasdik ederek; Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir, O’nun ortağı yoktur, mülk O’nundur, hamd O’nadır, O her şeye kadirdir derse Allah (cc) bu sözü söyleyene bakıncaya kadar semanın kapıları ona açılır. Allah’ın ona bakması ve istediğini vermesi kulun hakkıdır." *

Kurtuluş ve şefaate nail olmak, ihlasla Allah için kulluk yapılması ile gerçekleşebilir. Bunun aksi mümkün değildir. Müslümanın, özellikle de davet taşıyıcısının, salih amelin yeterli olmadığını bilmesi gerekir. İnsanların kendisine alim demeleri için müslüman bir kimsenin insanları İslâm’a çağırması, hükümleri öğretmesi ve daveti taşımalarını istemesi doğru değildir. Yine davet taşıyıcısının ve devlet dairesinde veya şirkette çalışan herhangi bir müslüman memurun yaptığı işten maksadının mevki kazanmak ve ilerlemek olduğunu göstermesi de doğru değildir. Davet taşıyıcısının ve herhangi bir müslümanın, yalnız olduğu zamanlarda kıldığı namazlardan farklı olarak insanlar önünde namaz kıldığı zaman, takvalı olduğunu ve amellerini en güzel bir şekilde yaptığını göstermek için uzun ve huşu ile namaz kılması doğru değildir. İnsanların kendisine 'hayır sahibi birisi' desinler diye hareket eden kimsenin verdiği sadakaları Allah (cc) kabul etmez. Yapılan amellerin Allah için yapılması dışında bir başka maksatla yapılması caiz değildir. Aksi takdirde işin içerisine büyük veya küçük, açık veya gizli şirk sokulmuş olur ve yapılan amelin tamamı iptal olur. Ebu Ümame el-Bahili’den: Dedi ki:

"Nebi (sav)’e bir adam gelerek şöyle dedi: Bir adam para kazanmak ve övülmek için gaza ederse ne olur? Rasulullah (sav) dedi ki: Onun için hiçbir şey (sevap) yoktur. Adam sorusunu üç defa tekrarladı ve Rasulullah (sav) her seferinde; Onun için hiçbir şey (sevap) yoktur, diye cevap verdi. Sonra da şöyle dedi: Allah’ın rızası gözetilmeden ihlasdan yoksun olarak yapılan bir ameli Allah (cc) kabul etmez." *

Ahmed ve Ebu Davud’un rivayetinde ise şu lafız yer almaktadır:

"Bir adam Allah yolunda cihadı arzu etmekle birlikte dünya malından da istiyor…" *

Cihad, İslâm’ın zirvesidir, ibadetlerin en üstün olanlarındandır. Cihada çıkan bir kimse bu işinde Allah’tan başkasına yönelecek, başkasını ortak kılacak olursa Rabbi katında hiçbir şey kazanamaz. Az önce de dediğimiz gibi Allah (cc) ihlasla yapılmadıkça hiçbir ameli kabul etmez. Bu nedenledir ki müslüman ve özellikle de daveti taşıyan, ibadette, kullukta ihlaslı olmanın; kişiyi şeytanın saptırmalarından, azdırmasından koruduğunu, kurtardığını ve selamete erdirdiğini bilmelidir. Aksi takdirde sapar, azar ve doğru yoldan çıkar. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlaslı kulların müstesna. (Allah) şöyle buyurdu: İşte bana varan dosdoğru yol budur. Şüphesiz kulların üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak sana uyan azgınlar müstesna." *

Bu ayette Allah (cc), İblisin, Allah’ın muhlis kullarından olan kimselerin şeytanın fitnesine ve azdırmasına karşı koruma altında olduklarının bilincinde olduğunu açıklamaktadır. Fakat bunlar dışındakiler arzularına tabi olabilmektedirler. Ancak ihlaslı olanlar şeytanın üzerlerinde otorite kuramadığı ve tuzaklarından kurtulan kimselerdir. Ayette yer alan ifadesi, lamın fethası ile okunmaktadır. Yani 'Allah’ın kullarının en ihlaslı ve seçkin olanları' demektir. Eğer aynı kelime lam harfinin kesresi ile şeklinde okunursa 'Allah’a ibadette ihlaslı olan kimseler' anlamına gelir ki, her iki kıraat da tevatür yoluyla gelmiştir ve lafızların anlamları birbirine yakındır.

Söylemde ihlaslı olmak, konuşurken Allah’ın emrine bağlı kalarak konuşmak ve yalnızca O’nun rızasını gözeterek koşuşturmaktır. Amelde ihlaslı olmak, Allah’ın emrine bağlı kalarak hareket etmek ve yalnızca O’nun rızasını gözeterek koşuşturmaktır. Ancak söz veya amel şer’î hükme uygun olmakla birlikte dünyevi veya şahsi bir arzuyu da beraberinde taşıyorsa; yani Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olmasına ve rızasını aramaya ilave olarak dünyevi bir maksadın gerçekleştirilmesini de öngörüyorsa, Ebu Ümame el-Bahil’nin rivayet etmiş olduğu şu hadisin kapsamına girmiş olur.

"Allah’ın rızası gözetilmeden ihlasdan yoksun olarak yapılan bir ameli Allah (cc) kabul etmez." *

Ancak dünyevi bir maksadı veya şahsi bir menfaatı gerçekleştirmeyi hedefleyen söz ya da fiilin Allah’ın emrine uygun olarak yapılması da kaçınılmaz olan bir husustur. Çünkü bu durumdaki bir kimse Allah’ın emrine bağlanmakla sözünde veya amelinde O’nun rızasını kazanmaya çalışıyor demektir. Şer’î hükme uygun olduğu sürece ticaret, alış-veriş, vekalet, havale, evlilik, nafaka, kefalet, velayet, bir kişiyi muayene etmek ve ona reçete yazmak gibi işlerin tamamında dünyevi bir arzuyu veya faydayı gerçekleştirmeyi hedeflemenin herhangi bir sakıncası yoktur. Kullukta bulunurken, yani nimet veren yaratıcıya şükrederken ve O’nu överken bir başkasını ortak koşmak doğru olmadığı gibi aynı zamanda da yapılan işin boşa gitmesi ve kabul edilmemesi demektir. Cihad, davayı taşımak, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan orucunu tutmak, Allah’ın evini haccetmek, fakirlere sadaka vermek, ihsanla amel etmek, Kur’an okumak, Allah’ı zikretme ve diğer ibadetlerin tamamında niyetin yalnızca Allah’a has kılınması gereklidir. Burada yer alan ibadetle ilgili konularda niyetler önemlidir. Zira herkese, niyet ettiği şey vardır. Kim daveti Allah emri olduğu ve O’nun rızasını kazanmak için yüklenirse, onun niyeti Allah’adır. Kim de daveti bir şeyler elde etmek, bilgi ve anlayış sahibi olduğunu göstermek veya şan şöhret sahibi olmak için taşırsa günah işlemiş olur ve Allah yaptığı işleri kabul etmez.

Daveti taşımak bir ibadet olup, diğer ibadetler için geçerli olan hususlar daveti taşıma hususunda da geçerlidir. Öyleyse daveti taşıma işi yalnızca Allah için, ihlasla yapılmalıdır. Allah emrettiği için ve rızasını kazanmak için taşınmalıdır. Ancak bu şekilde kişi kulluğunu, nimet ve bolluk veren, ortağı bulunmayan yüce yaratıcı için yapmış olur. Tertemiz bir niyet olmadan kabul edilen ve Allah’ın razı olacağı bir cihad, daveti taşımak veya herhangi bir ibadeti yapmak söz konusu olamaz. Cihad eden, daveti taşıyan ve Allah’a kullukta bulunan bir müslümanın yaptığı cihadın, taşıdığı davetin ve diğer ibadetlerinin yalnızca Allah için olmasından başka çıkar yol yoktur; aksi takdirde büyük veya küçük, açık veya gizli olarak Allah’a şirk koşmuş olur. Bunlar ise Allah’ın rızası ile kişi arasında duran engellerdir ve sahibinin cehenneme atılmasını gerektirir.

Daveti taşımada ihlaslı olmak herhangi bir ibadette ihlaslı olmak gibidir ve kabul olunması için yeterlidir. İhlas olmadan yapılan amellerin tamamı şirk tuzağına düşmekle karşı karşıya olduğundan, daveti taşıyanın buna çok çok fazlasıyla itina göstermesi ve önem vermesi gerekir.

ALLAH (CC)’IN KİTABI İLE BİRLİKTE OLMAK

Allah (cc) Kur’an’ı, Rasulullah (sav)’e on üç yılı Mekke’de, on yılı da Medine’de olmak üzere yirmi üç yıllık bir sürede apaçık Arapça olan bir dil ile indirmiştir. Ancak Allah (cc), Kur’an’ı sadece Muhammed (sav)’in peygamberliğini tasdik eden bir mucize, müslümanlar için bir metod, uygulamaları ve amelleri için bir yol gösterici, ışık olarak indirmemiştir. Bunların yanında bir de kulluk için, Kur’an’ın öğrenilmesi ve öğretilmesi, ezberlenmesi ve korunması, okunması ve tertili için indirmiştir. Kur’an her sözden üstün ve yüce bir kelamdır. Kur’an’ın öğrenilmesi ve öğretilmesi, en değerli öğrenme ve öğretmedir. Ezberlenmesi ve korunması, en üstün ezberleme ve korumadır. Okunması ve tertili, en efdal okuma ve tertildir. Kur’an’dan başka hiçbir kitap için hem okuma hem de tertil bir arada bulunmamaktadır. Dolayısıyla her müslümanın, özelde ise davet taşıyıcısının Allah’ın kitabını öğrenmesi, manalarına ve hükümlerine özen göstermesi, onun hidayeti ve nuru ile doğru yolu bulması gerekir. Çünkü Allah (sav) onu, insanların bilmeleri için indirmiştir.

Bilen bir millet için, Arapça okunarak âyetleri uzun uzun açıklanmıştır.*

Yukarıda da dediğimiz gibi Kur’an’ın öğrenilmesi ve öğretilmesi en üstün öğrenme ve öğretmedir. Osman b. Affan’dan: Nebi (sav) şöyle buyurdu:

"Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.*

Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

Kur’an’ı öğreniniz ve öğretiniz. Zira Kur’an öğrenen ve öğreten kimse, bulunduğu her yere misk kokusunu yayan misk dolu bir kap gibidir.*

Hadiste yer alan ifadesi, kokuların en güzeli olan misk dolu bir kap demektir. Sahabeler, Rasulullah (sav)’in işaret ettiği bu hususa bağlı kalarak Allah’ın Kitabına gereken önemi vermişler; Kur’an’ı öğrenmişler ve öğretmişlerdir. Ebu Abdurrahman diyor ki:

“Bize Nebi (sav)’in ashabından birisinin anlattığına göre onlar Rasulullah’tan on ayet alıp onu öğrenip onunla amel edinceye kadar bir başka on ayet almıyorlardı. Dediler ki: Böylece biz ilmi ve amel etmeyi öğrendik.” *

Daveti taşıyan, daveti taşıma esnasında akide, akide ile ilgili düşünceler ve şer’î hükümlerle silahlanmalıdır. İlmin en önemlisi ve faziletli olanı, Allah’ın Kitabında yer alanlarla ilgili olandır. Öyleyse daveti taşıyan, Allah’ın Kitabında bulunan akideyi ve ilgili fikirleri ve şer’î hükümleri bilmelidir.

Daveti taşıyan, namazda okuyabilmesi için kolayına geldiği kadar Kur’an’dan ezberlemeli, hatta sünnet olduğu üzere sabah namazında daha uzun okuyabilmek için çok fazla ezberlemelidir. Allah (sav) şöyle buyurmaktadır:

“Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl, sabah vakti de namaz kıl, zira sabah namazına melekler şahid olur.” *

Müslümanın, Allah’ın âyetlerinden ezberlediklerini her geçen gün daha fazla arttırması, faziletinin ve Allah katındaki derecesinin artması demektir. Öyleyse daveti taşıyan, buna hırs göstermelidir. Abdullah b. Amr’dan: Nebi (sav) şöyle buyuruyor:

Kur’an okuyup ona sahip çıkan kimseye ahirette: Oku ve cennetin derecelerine yüksel. Dünyada nasıl ağır okuyorsan öyle oku. Zira senin makamın okuduğun en son ayetin seviyesindedir, denilir. *

Öyleyse akıl sahibi, anlayışlı ve zeki kimse, Kur’an’dan ezberleyerek hayır elde eder ve bu fırsatı kaçırmaz. Aynı durum Kur’an’ı taşıyanlar, hafızlar için de geçerlidir. Bir kimse, Kur’an’dan bir şey ezberlemiş ise unutarak ve ihmalkarlıktan dolayı ezberlediğinin kaybolup gitmesine fırsat tanımamalıdır. Hafızasında saklı kalabilmesi için ezberlediklerini korumaya ve hatırlamaya devam etmelidir. Aksi halde ezberlediklerini unutur da hayırdan çok şey kaybetmiş olur. Ebu Musa Nebi (sav)’den şunu rivayet etmektedir:

Şu Kur’an’ı muhafazaya itina gösterin. Muhammed’in canını elinde tutana yemin olsun ki; Kur’an’ın hafızalardan kaçması, develerin bağlarından boşanıp kaçmasından daha kolaydır.*

Hadiste yer alan bağlı olan develerin yularlarından boşanıp kaçması, çok çok hızlı gerçekleşir anlamına gelmektedir. Abdullah b. Mesut’tan: Nebi (sav) şöyle buyurdu:

Onlardan birisinin 'şöyle şöyle oldu da falan ayeti unuttum' demesi ne kadar da kötüdür. Bilakis ona unutturuldu; Kur’an’ı sıkça hatırlayınız (okuyunuz). Çünkü Kur’an, insanların hafızalarından hayvanların bağlarından kaçıp kurtulmalarından daha süratli bir şekilde kaybolup gider.” *

İbni Abbas Rasulullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Yanında (hafızasında) Kur’an’dan bir şey bulunmayan kimse harab olmuş bir ev gibidir.*

Bu naslara istinaden daveti taşıyan, Kur’an’dan daha çok ezberlemeye ve ezberlediklerini de unutmamaya aşırı bir şekilde özen göstermelidir.

Kur’an’ın okunması ve tilaveti konusunda ise şunları söyleriz: Kur’an, nefis olanların en iyisi, mevcudatın ise değeri en fazla olanıdır. Kur’an’dan uzak kalmak, raflarda tozlanmaya terk etmek doğru değildir. Müslüman hakkında, özellikle de daveti taşıyan hakkında asıl olan; Kur’an’ı yanında bulundurması, cebinde taşıması ve gittiği yere götürmesi ve her gün okuyabildiği kadar okumasıdır. Kur’an, okunduğu zaman okunmasına karşılık olarak kalbe ferahlık verir, yorulunca nefis tekrar okuyuncaya kadar okumayı bırakır, zira Kur’an’a aşık olan kimse onu okumaya isteklidir. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“…Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun…*

Cündeb b. Abdullah’tan: Rasulullah (sav) şöyle dedi:

Kur’an okuyunuz ki kalpleriniz birbirinize ısınsın. İhtilafa düştüğünüzde ise sorunu Kur’an’a göre hallediniz.*

Kur’an otuz cüz olup her gün bir cüz okunacak şekilde otuz günde okunur. Yani günde yaklaşık yirmi sayfa okunur. Bu tür okuma en uygun olan okumadır. Ancak kişinin tutuklu, yatakta yatan bir hasta olması veya geceleyin kalkması durumunda, otuz günden daha kısa sürede okumasında herhangi bir sakınca yoktur. Abdullah b. Amr’dan: Rasulullah (sav) bana şöyle dedi:

Kur’an’ı her ay bir defa hatmet. Dedim ki: Kendimde daha kısa sürede okuma gücü buluyorum. Dedi ki: Yirmi gecede oku. Dedim ki: Kendimde daha kısa sürede okuma gücü buluyorum Dedi ki: Öyleyse bir haftada oku ve bunu daha kısa süreye indirme.*

Kur’an kıraatında mutedil olan okuma ayda bir defa tamamının okunmasıdır. Ancak geniş vakti olan, tutuklu bulunan, yatalak olan, çalışamayacak kadar yaşlı olan ve kendisine isabet eden herhangi bir şeyden dolayı şiddetli acı duyup da acısını Kur’an okuyarak hafifletmek isteyen kimse ve benzerleri daha kısa sürede okuyabilirler. Çünkü Peygamberin emri Kur’an’ın her ay bir defa okunması şeklindedir. Abdullah b. Amr ve benzerleri dışındakilere, bir aydan daha kısa sürede okumalarına izin vermemiştir.

Daveti taşıyan, daveti taşımanın farz olduğunu, Kur’an okumanın ise mendup olduğunu unutmamalıdır. Kur’an kıraatının, daveti taşıma farziyeti ile kişi arasında bir engel oluşturması doğru değildir. Daveti taşıyan, daveti taşıma görevini yerine getirme imkanına sahip olduğu sürece, bunu yerine getirmelidir. Fakat yorgunluktan veya anormal bir durumdan dolayı daveti taşıma vecibesini yerine getiremiyorsa Kur’an okuyabilir, bir aydan daha kısa sürede de okuyabilir. Ancak davet taşıyıcı bir cüzden daha az olsa bile her gün Kur’an okuma konusuna itina etmelidir. Kur’an kıraatını tamamıyla ihmal etmemelidir. Kur’an okuduğunda ise tertil ile okumalıdır. Tertil, Kur’an kıraatında acele etmemek, harflerin arasını ayırmak ve her harfin hakkını vermektir. Kur’an, uzatılması gereken yerler uzatılarak acele etmeden okunur. Katade’den:

Enes’e Rasulullah (sav)’ın Kur’an okuyuşunun nasıl olduğu sorulduğunda dedi ki: Uzatılması gereken yerleri uzatarak okurdu, dedi ve sonra da kelimesini, kelimesini ve kelimelerini uzatarak besmeleyi okudu.” *

Allah (cc) Nebisine, Kur’an’ı okurken ağır ağır okumasını acele etmemesini emretmektedir.

Kur’an’ı, insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik ve gerektikçe indirdik.*

Kur’an’ı, tertil ile okumasını emretmekte ve biz de bu konuda ona uymakla emrolunmuşuz.

“Ve Kur’an’ı tertil ile oku*

Daveti taşımada asıl olan, bir gün dahi atlamaksızın Kur’an kıraatına ve tertile devam etmektir. Kur’an’ı hatmettiği zaman fatiha ile yeniden başlamaktır. Zürare b. Ebu Evfa’dan:

Nebi (sav)’e hangi amelin daha üstün olduğu sorulduğunda şöyle dedi: Yolculuğu bitince tekrar yola başlayan kimsenin ameli. Yolculuğu bitince tekrar yolculuğa başlamak ne demek: Kur’an’ı başından sonuna kadar okur sonra tekrar başlar.*

Böyle yaptığı zaman uzun süre uğraştığında Kur’an okumada mahir olur ve böylece yüksek derecelere ulaşır. Aişe’den: Rasulullah (sav) şöyle dedi:

Kur’an’da mahir olan (hıfzını ve okuyuşunu güzel yapan) sefere denilen kerim ve muti meleklerle birlikte olacaktır. Kekeleyerek zorlukla okuyana iki sevap vardır.*

Hadiste yer alan “Sefere” kelimesi; Levhi Mahfuzda yazan meleklerdir. Dolayısıyla Kur’an okumada mahir olan kimse, bu niteliğinden dolayı bu meleklerle birlikte olur. Öyleyse bu derecenin varlığını bilen bir davet taşıyıcısının, bu makamı kazanmaktan gafil olması veya sebat göstermemesi doğru olmaz. Daveti taşıyan, her hayrın ve faziletin elde edilmesi için hırs gösterir.

Kur’an’da 114 sûre, altı binden fazla ayet ve otuz bin kadar da harf vardır. Kur’an’ın okunması nedeniyle her harf için belli bir sevabın bulunduğunu, bunun bazen on misline kadar çıktığını düşünürsek; Kur’an okuyan kimse, herhalde pek de az olmayan miktarda bir sevaba nail olur. Bu durum, bizi her seferinde daha fazla okumaya sürükleyecektir. Bu kapsamlı hayrın ve fırsatın varlığı, elimizden kaçmaması için hırs göstermemizi gerektiren bir faktördür. Abdullah b. Mesut’tan: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

Allah’ın kitabından bir harf okuyana bile sevap vardır. Her hasene on misliyle kayda geçer. Ben; elif lam mim bir harftir demiyorum. Elif bir harf, lam bir harf ve mim de bir harftir.*

Müslüman bir kimse hakkında doğru olan, Allah’ın Kitabını okuması ve buna önem vermesidir. Zira müslüman bir kimse, okuduğunu anlamaya hazır bir kafa yapısına sahiptir. Allah’ın kelamını okuyan ve dilinde dolaştıran bir kimsenin, bu haliyle zihninde bir başka şeyle meşgul olması doğru olmaz. Eğer bir başka şeyle meşgul olması gerekiyorsa, okumasını kesmesi ve ihtiyacını gidermeye yönelmesi gerekir. Zihni, Kur’an okuma dışındaki şeylerden kurtulmadıkça tekrar okumaya başlamamalıdır. Yani Kur’an okunurken zihnin, daima Kur’an’la meşgul olması doğru olandır.

Rahmetle ilgili bir ayeti okurken, Rabbinden rahmetini istemeli; azapla ilgili bir ayeti okurken Allah’ın azabından Allah’a sığınmalı; Allah’ı noksanlıklardan tenzih eden bir ayeti okuduğu zaman, Allah’ı tenzih ve tesbih etmeli; okuduğu her ayete uygun ifadeleri kullanmalı ve böylece Kur’an kıraatı dışında bir başka şeyle meşgul olmadan, Kur’an atmosferi içerisine olmalıdır. Huzeyfe b. el-Yeman’dan:

Rasulullah (sav) rahmetle ilgili bir ayete geldiğinde rahmet ister, azabla ilgili ayete geldiğinde Allah’a sığınır, Allah’ı tenzih eden bir ayete geldiğinde de O’nu tenzih ederdi. *

Örneğin; “Yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hali sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ve sarsıntıya uğradılar ki, hatta peygamber ve beraberinde bulunan mü’minler, Allah’ın yardımı ne zaman? diyordu. Gözünüzü açın, Allah’ın yardımı pek yakındır.” * ayetini okuduğu zaman Rasulullah (sav) şöyle dua ederdi:

Ya Rabbi üzerimize yardımını indir. Onu bize yakın kıl ey alemlerin Rabbi.

Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helal olarak yiyin, inandığınız Allah’tan sakının* ayetini okuduğunda ise şöyle dua ederdi:

Ey Allah’ım bana helal ve temiz rızık ver ve beni müttakilerden kıl.”

Kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilen O’dur.* ayetini okuduğu zaman şöyle dua ederdi:

Ey Allah’ım! Ben tevbe ettim, tevbemi kabul et ve beni affet.

“(Ey Rasülüm) söylediklerine sabret. Rabbini Güneşin doğmasından önce, batmasından önce, överek tesbih et.* ayetini okuduğu zaman şöyle derdi:

"Tesbih ederim Allah'ı ve O'na hamd ederim, tesbih ederim Azametli, yüce Allah'ı."

DÜNYA SEVGİSİ

Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Siz de üç sınıf olursunuz: İyi işler işlediklerini belirtmek için, amel defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağlılara! Kötü işler işlediklerini belirtmek için amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o sollulara! İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır. Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar, onlardır." *

Allah (cc), cenneti inanan ve itaat eden insanlar için bir sığınak, cehennemi de küfreden ve isyan eden insanlar için bir azap yeri olarak yaratmıştır. Dünyayı ise imtihan alanı olarak yaratmıştır. Bu imtihan alanında kazanan, cennete girer; kaybedene cehennem azabı vardır.

Ancak bu imtihan alanında insan için iki engel vardır ki, bunların biri, diğerinden çok çok büyüktür. Bunların her ikisinden de geçerse büyük bir başarı elde etmiş olur ve içinde sonsuza dek kalmak üzere cennete girer. Eğer bunların her ikisinden de geçemezse, içinde ebedi kalmak üzere cehenneme girer. Şayet bunlardan yalnızca birincisini aşar fakat ikincisini aşamazsa kısmî bir başarı elde etmiş olur; belli bir süre için cehenneme girip çıktıktan sonra da içinde ebedi kalmak üzere cennete girer. Buradaki birinci engel, küfür engelidir. İkinci engel ise, dünya sevgisi engelidir. Kim bu iki engeli de aşamadan önünde kalırsa kafir olur ve amel defteri sol tarafından verilenler grubuna girer. Fakat kim de birinci engeli aşarsa -ki bu başlı başına büyük bir olaydır- fakat ikinci engeli aşmayıp ikisi arasında bir yerde kalırsa, mümin kimse sayılır ve kitabı sağ tarafından verilenler grubuna girer. Eğer ikinci engeli de aşarsa müttaki müminlerden, Allah’a çokça yaklaştırılanlardan olur.

İnsanlar üç kısımdırlar: Kafirler, müminler ve muttaki müminler. Birinci engel küfür engeli olup Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in onun Rasülü olduğuna şehadet etmekle aşılır. Buna, kim gerçekten şehadet ederse, kafirler zümresinden çıkarak müminler grubuna dahil olur. İkinci engel ise dünya sevgisi engelidir. Bu engel, ahiret sevgisi, ahiret için çalışmakla, ahireti dünya sevgisine tercih etmekle aşılır. Kim de bunları yaparsa, muttaki müminler zümresine dahil olur.

Yukarıda anlatılanlar Allah’ın, müminleri ebedi olarak cehennemde bırakmayıp kurtaracağını ve onları cennetine koyacağı vaadini göstermektedir. Öyleyse müminlere düşen görev: geçici olan bu cehennem azabından kurtulabilmek için dünya engelini aşmaya çalışmaktır. Bu engeli aşan kimse, cehenneme girmekten emin olur; az veya çok cehennem azabı isabet etmeyenlerden sayılır. Dünya sevgisi, müslümanların önündeki tek engeldir. Nefislerine karşı koyup dünya engelini aşanlar, azaptan kurtulurlar ve cennette yüksek derecelere girmeye hak kazanırlar. Şayet dünyayı severler ve ahirete tercih ederlerse işleri, Allah’a kalmış olup yaptıklarından dolayı Allah, dilerse onlara azap eder, dilerse onları bağışlayıp cennetine koyar; fakat onlar, cennette yüksek makamları elde edemezler. Öyleyse müslümanlar açısından korku, ikinci engelden gelmektedir. Onlar için dünya sevgisi, dünya için yarışma tehlikesi vardır. Mümin olduktan ve küfrü arkalarına bıraktıktan sonra, imanlarından tekrar dönmedikleri sürece müslümanlar için, birinci engelden gelen bir korku söz konusu değildir. Ukbe b. Amir’den:

"Rasulullah (sav) Uhud’da öldürülenler üzerine namaz kıldı, sonra minbere çıktı ve sanki canlı olanlar (da) dirilere (de) vedalaşıyormuşçasına veda etti ve şöyle dedi: … Ben, benden sonra sizin şirke düşmenizden korkmuyorum. Fakat ben, sizin dünyanızdan, dünyayı istemenizden, dünya için öldürmenizden ve tıpkı sizden öncekilerin helak olması gibi, sizin de helak olmanızdan korkuyorum." *

Ebu Said el-Hudrî’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey Allah’ın, yerin bereketinden sizin için çıkarttıklarıdır. Denildi ki: Yerin bereketi nedir? Dedi ki: Dünya sevgisi, süs ve güzellikleridir…" *

Birçok ayette dünya sevgisine, dünyayı ahirete tercih etmeye karşı bir uyarı vardır.

"Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak, hiçbir peygambere yaraşmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hakimdir." *

"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oluyorsunuz? Oysa dünya hayatının geçimi, ahirete göre pek az bir şeydir." *

"Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret, daha hayırlı ve daha bakidir." *

Bu âyetlerde ve daha birçok ayette, dünya sevgisinin ahiret sevgisine tercih edilmesine karşı uyarılar yer almaktadır. Zira dünya sevgisinin sonu, cehennem azabıdır. Âyetler dünyayı ahirete tercih etmenin, kafirlerin takip etmekte olduğu bir yol olduğunu beyan etmektedir.

"Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz; onlar, orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte ahirette onlara, ateşten başka bir şey yoktur; işledikleri şeyler orada boşa gitmiştir." *

"Yerde ve göklerde olanlar Allah’ındır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı, kafirlere yazıklar olsun. Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler; Allah’ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler." *

"Artık kim haddi aşmışsa ve dünya hayatını tercih etmişse, şüphesiz ki onun varacağı yer cehennemdir." *

Bu nedenledir ki zeki ve akıllı müslümanın, kendisini dünyanın tuzaklarına düşmekten kurtarması ve ahiret için çalışması gereklidir. Çünkü ahiret, varılacak olan son yerdir, gerçek hayattır. Şeddad b. Evs’den: Nebi (sav) şöyle buyurdu:

"Zeki olan kimse, nefsine tabi olmadan ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kimse ise nefsine tabi olup Allah’a minnet edendir." *

Hadiste yer alan kelimesi çok zeki kimse demektir. Aişe (r.anha)’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Dünya, yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Ancak aklı olmayan kimse dünya için toplar." *

Gerçekte hiçbir değeri olmayan, ahiret yanında ise değeri adeta sıfır olan bu dünya için insanların birbirleri ile kavga etmeleri gerçekten çok gariptir. El-Müstevred Kardeşi Fehr oğlundan Nebi (sav)’nin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Dünyanın ahiret yanındaki değeri, sizden birinizin parmağını okyanusa daldırıp oradan çıkarması gibidir. Bir baksın bakalım, parmağıyla ne elde edebilmiş." *

Mesher b. Sa’d’dan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Şayet dünyanın, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, oradan tek kafire içmek için su bile vermezdi." *

Müstevred b. Şeddad’dan:

"Ben Rasulullah (sav) ile birlikte şişmiş bir koyun leşinin kenarında…..Rasulullah (sav) şöyle dedi: Şunun sahibi için, bunun ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Dediler ki Değersiz olan nedir ey Allah Rasülü? Dedi ki: Dünya, Allah’a, şu koyun leşinin sahibi yanındaki değeri kadar bile değerli değildir." *

Eğer dünyanın değeri bir damla su kadar ise, Allah katındaki değeri bir sivrisineğin kanadı kadar bile olamaz. Eğer dünyanın, Allah katında koyun leşi kadar bile değeri yoksa, akıllı ve zeki bir müslümanın dünyaya aldanarak, genişliği yer ve gök kadar olan ebedi cennet nimetlerini tepmesi akıllıca bir davranış olur mu? Hele hele Rasulullah (sav)’in şu sözünü işittikten sonra:

"Cennette bir kamçı kadar yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Öğleden önce veya sonra bir kerecik Allah yolunda yola çıkış, dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır." *

Durum bu iken, neden bir kamçı kadar yer için kavgalar yapılmakta, bir yarışa girişilmekte ve Allah’ın cennette hazırladığı geniş nimetler, nefislerin arzuladığı ve gözlerin tad aldığı nimetler terk edilmektedir? Rasulullah (sav)’in kıymetli ellerini, Abdullah b. Ömer’in omuzuna koyarak şöyle söylediğine kulak verilmiyor mu.

"Dünyada garip bir kimse veya yolcu gibi ol." *

Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor:

"Dünya müminin hapishanesi kafirin ise cennetidir." *

Allah Rasülü (sav) böyle buyurduğu halde, dünya bir hapishane olarak tasvir edilmesine ve de hapishaneden çıkmadıkça tek sığınacağı yer olan eve, cennete giremeyeceğine göre; insan neden dünyadan hiç göçmeyecek ve sonsuza kadar kalacakmış gibi yaşıyor? Bu soruya şöyle cevap verilir: Bu hadisleri işiten müslümanın aklını ve zekasını, ancak hevaya tabi olmak örtebilir. Zira "heva", dengenin tersyüz edilmesine, akıllı ve zeki bir müslümanın dünyayı ahiretten daha üstün görmesine, Allah’ın şeriatına bağlı kalmakla kendisi arasında bir engel olmasına, haramların ve münkerlerin işlenmesine, dünya zevklerinin peşinde koşuşturulmasına, dünyadan ve dünyevi çıkarlardan faydalanarak ahiret nimetlerini ve Allah’ın rızasının terk edilmesine tek başına yeterlidir. Heva ve dünya sevgisi tek şeydir, aynı sınıftır, biri diğerinden ayrı değildir. Allah korkusu ve ahiret için çalışmanın karşıtıdırlar. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Artık kim haddi aşmışsa ve dünya hayatını tercih etmişse, şüphesiz ki onun varacağı yer cehennemdir. Kim de Rabbinin makamından korkup nefsini heveslerden koruduysa, şüphesiz ki onun varacağı yer cennettir." *

Kim hevasına sarılır ve tabi olursa, kim hevasını esas alır ve ona tabi olursa dünyayı, ziynetlerini ve süslerini sevmiş olur. İnsanın aklını köreltmesi ve onu doğru olandan hak olandan uzaklaştırması, batıl ve münker ile kuşatması, hevanın tabiatında vardır. Zina eden, içki içen, hırsızlık yapan, faiz alan veya veren, haksız yere bir müslümanı öldüren, namazları terk eden, zekat vermeyen veya davayı yüklenmekten ve bu uğurdaki sıkıntılara, zorluklara katlanmaktan sakınan kimse hevasına tabi oluyor, dünyayı seviyor demektir. Yoksa akıl, ahiretin hayrı ile dünyanın şerri ve fitnesi arasında; Allah’ı razı etmek için yapılan şer’î hükümlere göre yaşamakla elde edilecek üstünlükle, Allah’ın öfkelenmesine neden olan şer’î hükümlere muhalefet edilerek işlenen günahlar ve düşük davranışlar arasında ayırım yapabilecek güce sahiptir. Eğer aklı körelten heva olmasaydı, müslüman, ancak şer’î tekliflerin muhatabı olmayan akılsız ve delilerin yaptığı gibi; dünyanın peşinden koşarak ahireti terk etmezdi. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Sabah akşam Allah’ın rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek, hevesine uyan kimseye uyma." *

"Onlardan (müşriklerden) seni dinleyenler vardır. Sonra senin yanından çıkınca bilgili kimselere: Az önce ne demişti, diye sorarlar. İşte bunlar, Allah’ın, kalplerini mühürlediği, kendi hevalarına uyan kimselerdir." *

Heva, kalbin haktan gafil olmasına ve kalbin mühürlenmesine neden olur. Haktan gafil olan ve kalbi mühürlenen kimsenin, günahlar ve münkerler ameli; dünya, tek derdi olur. Tüm bunların neticesi ise sapmak/sapıklık ve kötü sonuç demektir. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Eğer sana cevap vermezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil. Allah’tan bir yol gösterici olmadan, hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah, zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez." *

"Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kimseye benzer mi? Bunlar heveslerine uymuşlardır." *

Günümüz müslamanlarının çoğunluğu, dünyayı çokça sevmekte; hevaları, şer’î hükümlere bağlı kalmaktan onları engellemekte; hristiyanlar, yahudiler ve hindular, üzerlerinde hakimiyet kurarak onlara zilletin ve aşağılanmanın en acısını tattırmakta; başlarına yönetici olarak atadıkları ve tek dertleri İslâm davetini taşıyan, müslümanları bu kafirlerin tasallutundan kurtarmak için çalışan ihlaslı müslümanlarla savaşmak olan cehennem ehlinden kişiler aracılığıyla, geleceklerine hükmetmektedirler. Bu nedenledir ki farenin, aslan karşısındaki gücünden daha fazla bir gücü olmayan yahudilerin, bizlere karşı yiğitlik taslamaları, mukaddesatımıza karşı dil uzatmaları garip değildir. Çünkü biz, dünyayla seviştik, dünyayı ahiretimize tercih ettik bu nedenle de Allah kalplerimize "vehn" bıraktı ve kafir düşmanlarımız karşısında bizi, zayıf hale getirdi. Bu hususla ilgili bir hadiste şöyle denilmektedir:

Sevban rivayet ediyor. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:

"Sizin üzerinize milletler (müslüman olmayanlar) adeta bir yiyeceğe üşüşür (vahşi hayvanlar) gibi üşüşecekler. Orada bulunanlardan birisi şöyle dedi:

- Bu durum bizim azlığımızdan mı olacak? Allah Rasülü (sav);

- Hayır! Bilakis siz çok olacaksınız. Fakat sizin çokluğunuz suyun üzerindeki çer çöp gibi olacaktır. Allah düşmanlınızın kalbinden sizin korkunuzu sökecek de sizin kalbinize vehn bırakacak. Orada bulunanlardan birisi:

- Vehn nedir ey Allah Rasülü?

- Vehn dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır." *

Aynı hadis Ahmed b. Hanbelin rivayetinde ise şöyle geçmektedir:

"…Siz çok olacaksınız, fakat sizin kalbinize vehn bırakılacak. Vehn nedir ya Rasulallah? Dedi ki: Dünyayı sevmek ve savaşmaktan (cihaddan) hoşlanmamaktır." *

Dünya sevgisi, fert fert ve topluluklar halinde müslümanları, dinlerinin hükümlerine bağlanmaktan engelleyen, saptırıcı zalimlerin yoluna, bugün yaşadığımız gibi, helake sürükleyen, yüzlerine inen şiddetli bir şamardır. Çok çok az sayıdaki özürlü olanların ve daveti taşımak için kendilerini; dünya sevgisinden dolayı Allah yolunda cihaddan hoşlanmayan müslümanları uyaranların, müslümanları Ahiret sevgisine, şer’î hükümlere bağlanmaya, üzerimizdeki kafirlerin tasallutundan kurtuluncaya, izzet ve şeref yeniden bizim oluncaya kadar yeryüzünde Allah’ın dinini ikame için çalışmaya yönlendirenlerin dışında; bugün, ikinci engeli aşarak bu şiddetli tokattan kendisini kurtarabilen kimseyi göremiyorum. Daveti taşıyan; söz, fiil ve ahlâk olarak kendinde İslâm’ı temsil eden, şer’î hükümlere eksiksiz bir şekilde bağlanan kimsedir. Çünkü daveti taşımayı terk eden kimse, çok büyük bir günah kazanacağı gibi, sürekli namaz kılan ve oruç tutan bir abid olsa bile belki de cahiliye ölümü ile ölecektir. Müslüman, kamil bir şekilde şer’î hükme bağlanmak ve her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Rabbi’nin rızasına kavuşmak istiyorsa; namaz, oruç, hac, zekat, zikir gibi ibadetleri yerine getirmenin, günahlardan ve münkerlerden sakınmasının yanısıra, daveti taşıması ve çalışmasını İslâm’la canlandırması gerekir. Aksi halde görevini eksik yaptığından dolayı günahkar olur.

İslâm, başlıca iki şeyi yapmamızı: İslâm’ı yaşamamızı ve insanlara taşımamızı emretmektedir. Daveti insanlara götürmeden İslâm’ı yaşamak, istenenin yarısını yerine getirmek demektir. Yine daveti insanlara götürmesine rağmen İslâm’ı yaşamamak da istenilenin yarısını yapmak demektir. İstenilenin tamamını yerine getirmek, her ikisinin de bir arada yapılması ile sağlanır. İşte böylece şahsında İslâm’ı temsil eden davet taşıyıcısının, şer’î hükümlere bağlanması gerçekleşir. Daveti taşıyan kendisinden istenilenlerin tümünü yerine getirir. Allah’tan gerçekten, hakkıyla sakınır. Dünya sevgisine ahireti tercih ettiği, ahiret için çalıştığı zaman, ikinci engeli aşma sıfatına sahip olur ve alemlerin Rabbi’nin izniyle "öncülerden" olur.

İslâm, müslümanın dünyadaki nasibini almasını ve temiz olanlardan faydalanmasını engellemez. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

"Allah’ın sana verdiği şeylerde, ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma." *

"De ki: Allah’ın kulları için çıkarttığı ziyneti ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir. Bilen kimseler için âyetlerimizi böylece uzun uzun açıklıyoruz." *

Fakat dünya hayatındaki nasibin alınması ve temiz olanlardan faydalanılması, helal olanlarla ve Allah’ın şeriatına göre hareket etmekle sınırlıdır. Dünya malına, faizle veya aldatma ile değil, satın alma veya satma yoluyla sahip olmak doğrudur. Sahip olunan dünya malının yiyeceğe, giyeceğe, meskene, diğer ihtiyaçların karşılanmasına harcanması ve muhtaç olanlara tasadduk edilmesi doğrudur. Fakat içkiye, gösteriş için verilen ziyafetlere, dans salonlarının ve eğlence yerlerinin inşasına harcanması doğru değildir. Dünya hayatında nikah, zina ile değil evlilikle gerçekleşir. Elbiseler avreti örtmesi, soğuktan koruması için giyilir, gösteriş ve böbürlenme için giyilmez. Atın terbiye edilmesi, kişinin hanımı ile oynaşması ve atış talimi gibi dünyevi eğlencelerde bulunmak doğrudur. Zira Allah Rasülü (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Müslüman bir adamın yayı ile ok atması, atını eğitmesi ve hanımı ile oynaşması dışında kalan her türlü eğlencesi boştur." *

Kumar oynamak, dans ve şarkı meclislerinde erkeklerle kadınların karışık halde bulunduğu mekanlarda yüzmek, doğru değildir. Dünya evlerinin, sahibini koruyacak ve ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yapılması doğru olanıdır; çokça odası bulunan, aşırı lüksü barındıran, zenginliği ve mal çokluğunu göstermek için aile bireylerinin ihtiyacından çok çok öte bir konumda olan köşkler şeklinde yapılması doğru değildir.

"Rasulullah (sav) dışarı çıktığında yüksek bir kubbe gördü ve Bu nedir? diye sordu. Orada bulunanlar Ensar’dan falan adama aittir dediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) bir şey demeden sustu ve söyleyeceği şeyi içinde sakladı. Kubbenin sahibi geldiğinde insanların arasında bulunan Rasulullah’a selam verdi fakat Allah Rasülü ondan yüz çevirdi ve bunu birkaç defa yaptı. Bunun üzerine adam Rasulullah’ın bir şeyden dolayı kendisine kızdığını ve bu nedenle yüz çevirdiğini anladı. Bu durumu arkadaşlarına sordu ve onlara: Allah’a yemin olsun ki ben Rasulullah’ın hoşlanmadığı neyi yaptım deyince şöyle dediler: Rasulullah (sav) dışarı çıkınca senin kubbeni gördü dediler. Bunun üzerine adam geri döndü ve yaptığı kubbeyi yerle bir oluncaya kadar yıktı. Aynı gün Allah Rasülü dışarı çıktığında kubbeyi göremeyince kubbeye ne olduğunu sordu. Orada bulunanlar: Senin kendisinden yüz çevirme nedenini bize sorunca biz de ona olayı anlattık bunun üzerine sahibi kubbeyi yerle bir etti, dediler. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle dedi:

"Yapılan her binanın sahibi için bir vebalı vardır. Ancak bir durumda, kendisine lazım olması halinde vebal yoktur." *

Düşmanla savaşmak, onu yenmek ve ülkelerini fethetmek; Allah yolunda yapılan bir cihad ve O'nun yüce dinini yaymak için yapılırsa doğrudur. Cihad, dünyalıklardan herhangi birisini elde etmek için yapılmaz.

"Adamın birisi şöyle dedi: Ya Rasulallah! Bir adam Allah yolunda cihad etmekle birlikte dünyalıklardan da kazanmak istiyor. Rasulullah (sav):

- Onun için sevap yoktur. İnsanlar bu cevaba çokça şaşırdılar ve soru soran adama:

- Git ve Rasulullah’a tekrar sor, belki de onu anlamamışsındır, dediler. Adam Rasulullah’a giderek tekrar şöyle dedi:

- Ey Allah’ın Rasülü! Ya Rasulallah! Bir adam Allah yolunda cihad etmekle birlikte dünyalıklardan da kazanmak istiyor. Rasulullah (sav):

- Onun için sevap yoktur, dedi. İnsanlar soru soran adama:

Git ve Rasulullah’a tekrar sor diye diretince adam üçüncü defe sorusunu tekrarladı. Rasulullah (sav) ona:

- Onun için sevap yoktur, dedi" *

Bu nedenle müslümanlar ve davet taşıyıcıları dünya sevgisinden ve Allah’ın şeriatı dışında dünyadan faydalanmaktan, dünyayı ahirete tercih etmekten sakınmalı; ahireti elde etmek, takva ile Allah’a yaklaşmak, dolayısıyla da sorgusuz sualsiz bir şekilde cennetine giren öncülerden, cennete yaklaştırılanlardan olmak için yoğun bir çaba içerisinde bulunmalıdırlar.

Blog Listem

  • FİLİSTİNİN TAPUSU.BİZİM ELİMİZDE - 2014 YILINDAN BER, İSRAİLİN UÇAK YAKITI TÜRKİYEDEN GİDİYOR.ÜZGÜNÜM. İSRAİL İŞGALCİFİR.GELDİĞİYERE SÜRÜLMELİ. ERDOĞAN,KUDÜSÜ İSRAİLE SATTI.>>https://yo...
    1 yıl önce
  • ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı - ŞİRK ve KÜFÜR: Kadının Namazı: أَلنِّسَاءِيَّاتْ KADININ NAMAZI EVİNDE OLMALIDIR -2 صلاة المرأة في بيتها -25 الحديث الخامس والعشرون : عَنْ أُمِّ حُمَيهدٍ ا...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal ha...
    10 yıl önce
  • İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR - * İSLÂM’DA LAİKLİK YOKTUR * .إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ Allah katında tek Din İslâmdır. Laiklik; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal h...
    10 yıl önce
  • REÇETE-şiir - Ey yüksek sosyeteye mensup modacı hanım, Eğlence zümresinin başının tacı hanım, Bu metod ki, sizlerin müsbet ilâcı hanım: Dışının görünüşü içinin aynasıd...
    10 yıl önce
  • SAAT KODLARI - http://sitene-kod-ekle.tr.gg/saat-kodlar&%23305;-flashl&%23305;--k1-.oe.rnekli-k2-.htm
    13 yıl önce
  • Manyaklara Güzel Cevap - ÖRTÜNMEK İSLAMIN EMRİDİR. CHP'den,İSLAM DİNİNE HÜCUM CHP Deşifre Olmuştur Bunlar,Türbanlıyı mahkemeye veriyor,Çarşaflıya rozet takıyor.Halkı aldatıyorlar.
    13 yıl önce
  • HIRİSTİYANLAR PİSLİKTİR SEVİLMEZ - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    14 yıl önce
  • Hıristiyanlar Sevilmez - وَقَالُواْ لَن يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَن كَانَ هُوداً أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُواْ بُرْهَانَكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ *(BAKAR...
    14 yıl önce
  • Hak Din İslamdır - *HAK DİN.TEK DİN.İSLAMDIR.* (ÂLİ IMRÂN suresi 19. ayet) إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebileceklerini, fakat Allah’tan...
    14 yıl önce
  • İki Yüzlülük - İki Yüzlülüğün Kötülenmesi 259) İki Yüzlülüğün Kötülenmesi Bu bölümdeki bir ayet ve iki hadis-i şeriften insanların iki yüzlülüklerini herkesten gizleyebile...
    14 yıl önce
  • HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) - 15: HUDÛD (İSLAM CEZA HUKUKU) *BÖLÜM: 1* *Ø** KENDILERINDEN KALEM KALDIRILAN, CEZA VERILMEYEN KIMSELER VAR MIDIR?* *1423-* Ali (r.a.)’den rivâyete göre,...
    15 yıl önce
  • SAPIKLIĞA DÜŞEN KAVİMLERİN GÖRÜŞLERİ - Şimdi bizim sapık kavimlerin rububiyetle ilgili görüşlerini incelememiz Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve b...
    15 yıl önce
  • Demokratik çalışma ve amel ilişkisi - *Demokratik Çalışma ve Amel ilişkisi :* İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartl...
    15 yıl önce
  • İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT - بســـم الله الرحمن الرحيم "(İyi bilinmelidir ki) Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler. Onlar, iman edip (gerektiği gi...
    15 yıl önce
  • Çay Sohbeti - *İBN-İ TEYMİYYE** ve İBN-İ TEYMİYYE-7.Cilt ve İBNİ TEYMİYYE-8.CİLT* *İslâm Güneşi,Mekke'den Doğar.Dünyayı Aydınlatır.* *İslâm Bahçesinde,Dinî Yazı,Resim ve...
    15 yıl önce
  • Lanetlikler - الحديث الرابعوالثمانون عن أبي هريرة رضي اللّه عنه قال لَعَنَ رسولُ اللَّهِ صلى اللَّه عليه وسلّم مُخَنَّثِي الرِّجالِ الذينَ يتَبَّهونَ بالنِّساءِوالمُتَ...
    16 yıl önce

Tıkla